Curriculum Vitae

Nihayet o gün gelip çatmıştı. Onca sınav, ders stresi, ödevler, projeler, kurslar ve seminerler sonunda meyvesini verecekti. Beyaz yakalı olmaya bu denli yaklaşmamıştım hiç. Aklıma gelen gücümün yettiği tüm tedbirleri almıştım. Güzel bir puanın ardından mülakata çağırılmak böyle bir histi demek… Hem de uluslararası ve geniş bir faaliyet ağını yöneten hayalimdeki şirket tarafından… Düşündükçe ağızımın suyu akıyor, keyfim yerine geliyordu. İyi derecedeki İngilizcem, -“r”lerimi saymazsam- düzgün diksiyon becerim ve kendimi ifadedeki yeterliliğim, gerek dış ticaret alanında gerekse ekonomik terimlerde kendime olan güvenim, iş hukukuna ve mevzuat kullanımına dair temelin üzerindeki taze bilgilerim, hatta üzerine bir de muhasebe ve maliyeden de çaktığımdan dem vuracak birkaç ıstılah… Hem de hepsi sertifikalı, delilliydi. Varlığımın resmî dayanağı olan nüfus cüzdanım dahi ceketimin iç cebinde, en hassas yerde, kalbimin üzerinde duruyordu. Öyle ya, insan kendi kendine var olsun, dursun… Olur mu hiç öyle şey, hem koskoca devlet nezdinde; hem de global mecrada faaliyet gösteren bir kurumsal kimliğin huzurunda varlığını ispat etmeliydi insan. İşte, vardım ve yaşıyordum. Adım Toprak, soyadım Uğurlu’ydu. Yetilerim, yeteneklerim, işlerim, uğraşlarım, hepsi ama hepsi dijital ortamda yahut dosyalanmış kâğıtlar üzerinde ıslak imzalı, kaşeli ve mühürlü ortadaydı işte. Her bir şeyim hazırdı. CV’nin, curriculum vitae ifadesinin kısaltması olduğunu bile biliyor, bununla da yetinmeyip bu iki kelimenin İngilizce telaffuzunu bile mükemmelen başarabiliyordum. Kesin baya bir fark atacaktım rakiplerime.

Her ne kadar birazcık göbekli olsam da vücuduma neredeyse yapışan dar kesim pantolon ve ceketim; ne serseri ruhlu bir cahil olduğumu ifade edecek kadar sivri ve parlak ne de içimin geçmişliğini ele verecek derecede toplu ve mat, bu ikisinin arası koyu renk ayakkabılarım; boynumu, ancak nefes alabileceğim kadarına izin veren bir seviyede sıkan renk uyumu mükemmel kravatım -ki kravat diye geçmeyin sakın! Bu gibi hayatî mülakatlarda, boynu sıkma derecesine göre kişinin dili ile beyni arasında adaptör vazifesindedir-; ve tabiî ki karşımdakileri köse olmadığıma ikna etmem için ancak ailemden şahitler getirmemi gerektirebilecek sakal tıraşım… Her şey yolundaydı ve işte, şimdi hazırdım.

Otobüs, metro ve metrobüs serüveninin ardından indiğim bu nezih, bu Avrupa yakasındaki Avrupaî semt, daha şimdiden kendimi bana elit hissettirmişti. Altıma verilecek şirket aracının, içerisinde toplantı notlarımın olacağı evrak çantamın düşünü görmekten kendimi alamıyordum. “Pardon? Bey mi dediniz? Evet evet, benim, Toprak Bey… Ancak uluslararası mailleşmelerde ‘Mr. Ugurlu’ şeklinde geçecek adım. Mr. ve Mrs. gibi ifadeler, soyadlarına gelirler. Hah, şöyle… Allah’ım, neler de biliyorum ben…” İşte böylesi şeyler mırıldanırken buluyordum kendimi. Derken, karşıma, çelik ve aynanın teknolojik evliliğinden doğmuş o dev yapı çıkıverdi. Beton değildi bu bina, dışı tamamen ayna kaplıydı. Zaten bu devasa metropolün boy aynası da böyle hayret verici boyutlarda olmalıydı. Tepesindeki muazzam şirket logosu, modern dev bir tapınak gibi yüceldikçe yüceliyordu gözlerimin önünde. Ve ben, dönen kapıya yaklaştıkça, diş macunu reklamlarındaki gibi yüzüme samimi bir sırıtma kondurdukça konduruyordum. Eğitimli, kendinden emin, gelecek vadeden bir genç imajı için yapmam gerekenlerin hepsi tastamam yapılmıştı. Kim bilir, mülakatta sordukları sorulara verdiğim dolu, ufuk açıcı cevaplardan nasıl da memnun olacaklardı. Kesin bir adet ekonomik tablo okutup yorumlatırlardı. Biliyorlar mıydı acaba kurum sınavlarına hazırlanırken ülke ekonomisine dair son on yılın kaç tablosunun canına okuduğumu… Tabiî ki bilmiyorlardı! Yüzlerindeki memnuniyeti görmek düşüncesi şimdiden tarifi imkânsız bir haz veriyordu bile.

Şirketin resepsiyon bölümüne doğru yaklaşıyordum. Aa, bu kalp çarpıntısı da neyin nesiydi? Yoksa heyecanlanıyor muydum? Ne ayıp! Bir profesyonel iş adamı adayına yakışıyor muydu heyecan falan? Yeteri kadar amatör olarak ömrümü geçirmişliğim yeterdi. Şimdi bu fırsatı, beşerî acizliklerime kurban edemezdim. Kişisel gelişim uzmanlarının tavsiyelerinden yola çıkarak rahatlatacağını düşündüğüm üzere sağımdaki su sebiline yöneldim ve bir bardak suyu mideye indirdim. Tuvaletimin gelmesi, tansiyonumun düşmesi, gereksiz heyecan, ara ara yakalayan önü alınamaz sigara krizleri… Bunların hepsinin, şu anda ne yeri ne zamanıydı. Modern ve kurumsal iş hayatı, beşerî arzu ve isteklerin çok ötesinde bir mükemmelliğin takdir edilesi oluşumuydu benim için.

– İyi günler hanımefendi.

– İyi günler, buyurun?

“Günler” kısmını böylesine baskın söylemek zorunda mıydı acaba!

– On dakika sonrası için bir iş görüşmesi mülakatım olacaktı da…

– Hemen bakıyorum…

Kurumsal bir yerde bu kesif parfüm kokusunun varlığı hiç de rasyonel bir durum değildi.

– Evet, randevunuz sistemde görünüyor. Hemen haber veriyorum.

Parmağındaki yüzüğü son anda fark etmiştim. Neyse, Allah sahibine bağışlasın, diye iç geçir… Şey, yani, geçirdim içimden…

– Üçüncü kat toplantı odasında sizi bekliyor olacaklar.

– Teşekkür ederim ilginiz için.

– Rica ederim.

Resepsiyondan ayrıldığımda hole, oradan da koridora ve asansöre geçmiştim. Öyle bir büyüsü vardı ki buranın, bunun sebebi, olsa olsa binada adı Türkçe olan kısımların yok denecek kadar az olmasından kaynaklıydı. Nihayet üçüncü kat toplantı salonunun kapısı önüne geldiğimde beni, ciddiyete davet eden bir kapı karşılamıştı. Duygu ve düşüncelerimi yüzümden kolayca anlayabileceklerini sanıyorlarsa yanılıyorlardı. Bu kapı, gelen kişiyi, hemen bir üstüne başına çeki düzen vermesi noktasında ikaz eder tarzda tasarlanmıştı. Hatta çevresindeki geleneksel-modern sentezi, bana şunu söylüyordu: “Zihnine ve düşüncelerine de bir zahmet el atsan?” Allah’ım, nasıl da detaycı ve dikkatliydim! Beni etkileyecekleri veya hizaya çekecekleri yerde benden etkilenecekleri anı iple çekiyordum. Bunu fiile de dökmek arzusuyla kibarca kapıya tıklattım ve belli bir süre bekledikten sonra odaya kendimi, muhteşem bir gülümseme eşliğinde itiverdim. Bunu yapar yapmaz da iki çift gözün, gözlerimin içine dikilmiş olduğunu fark etmem, çok da zamanımı almamıştı.

Gülümsememe karşı, bir çift sırıtma misillemesiyle karşı karşıyaydım. Ancak gözler yalan söylemezdi. Bu gözler, saniyenin binde birinde ayakkabımdan kemerime, gözlerimden saçlarıma kadar gidip geldiler. Tabiî bunu anlayışla karşılayabilirdim. Dost başa, düşman ayağa, işverense baştan ayağa bakardı.

– Hoş geldiniz Toprak Bey.

– Hoş bulduk efendim.

Tokalaşmalar esnasında belli belirsiz üstünlük bakışları ve dikkatimden kaçmayan sıcacık, kuru, yumuşak eller…

– Şöyle buyurun lütfen.

“Dikkat! Ne bacak bacak üstüne atacak kadar küstah bir tavır sergilenmeli; ne de süklüm püklüm oturacak kadar siliklik yansıtmalı karşı tarafa. Dik oturmalı ve göğüs hafif öne… Hah, şöyle!” Kendimi kontrol noktasında iyi sayılırdım.

– Adım Nergis. Firmamızın İşletme Müdürlüğü’nü yürütüyorum. Okan Bey de İnsan Kaynakları Departmanı’mızın Müdürü’dür.

– Tanıştığıma gerçekten memnun oldum.

Her ikisi de seviyeli insanlardı. Ancak kibarlıklarının ardında buyurgan bir ifade saklıydı. Eee, kolay değil, diye geçirdim içimden. Bir dünya markasının Orta Doğu temsilciliğinde yetki ve sorumluluk sahibi iki kişi vardı karşımda. Nergis Hanım’ın yaşını ele veren gözaltları ve dudaklarının yanındaki belli belirsiz çizgiler, hafifçe burnunun ucuna doğru oturan şarap kızılı çerçeveleri olan gözlüğü ve topuz şeklinde toplanmış saçıyla birleşince ona, dominant bir duruş bahşetmişti. Ne var ki aşırı olduğunu düşündüğüm göğüs dekoltesi, biraz olsun tavrına bir dişilik vermek gereği duyduğunun göstergesiydi. Okan Bey ise uzlaşmacı bir görünüme sahipti. Her ne kadar “İnsan Kaynakları” gibi bir departmanda bulunuyor olsa da kendisine İngiliz konsolosluğunda önüne bir masa verilse, siması ve bakışlarıyla asla sırıtmazdı. Gerçi İngiliz konsolosluğunda bulunmamıştım daha önce ama nedense bende tam olarak bu düşünceleri doğurmuştu tavırları.

– Öncelikle yapacağımız mülakata dair rızanızı bildirdiğiniz bir imza alalım şuraya.

– Tabiî ki.

Önüme hafifçe itilen kâğıtta yazılı ifadenin altına, metne şöyle bir göz gezdirdikten sonra isim-soy isim ve imzamı en acelesinden atıverdim. Okuduğum kadarıyla beylik birkaç ifade mevcuttu, o kadar. Ocatoni Şirketi’nde çalışmak üzere başvurumun ardından yapılacak olan mülakata rızamın olduğunu beyan ederim, gibilerinden…

– Şimdi size birkaç sorumuz olacak.

Doğrusu bu kadar çabuk beklemiyordum. En azından CV’den ve sertifikalarımdan bahsetmelerini ummuştum. Demek sorgu tarzı ile ani sorulara muhatap olacaktım. Olsun, işime gelirdi çünkü bu da ihtimaller arasında düşündüğüm ve kendimi hazırladığım bir mülakat çeşidiydi. Gergin ruh halinde ve stres ortamında kriz çözümü üzerine o kadar makale okumuştum ki… Hem, üniversitede seçmeli ders olan Kriz Yönetimi’ni AA ile geçmiş biriydim sonuçta. Belli etmeden güzelce nefes aldım ve “Recall Metodu” ile beynimdeki tüm bilgileri ayaklandırdım.

– İsterseniz siz başlayın Nergis Hanım.

Allah’ım, nasıl da insana değer veren bir iş ortamındaydım.

– En sevdiğiniz hayvan hangisidir acaba?

– Efendim?

Efendim mi? N’apıyorsun sen! Duydun işte soruyu, cevap versene. İyi de haksız da sayılmazdım şimdi. Böylesine saygın bir kurumda, böylesine önemli bir pozisyonun mülakatında ilk soru bu mu olmalıydı? Gerçi kurumsal beyin boş yere hareket etmezdi. Muhakkak vardı bir bildiği…

– En sevdiğiniz hayvan ve nedenini rica ediyorum.

– En sevdiğim hayvan baykuş. Çünkü baykuşta, bakma fiili tam manasıyla ve her yönüyle kendini buluyor. Sanki bakmak ve görmek fiillerinin vücut bulmuş hali…

Birbirlerine bakışlarını yakalamıştım. Eyvah, dedim kendi içimden bir ara. Yoksa daha aydınlık, daha umut dolu bir hayvan mı söylemeliydim? Gerçi hemen kötü düşünmemeliydim. Belki de cevabımdan etkilenmişlerdi. Sıra dışı biri var karşımızda, diye düşünmüş olabilirlerdi pekâlâ.

– Peki, en sevdiğiniz ikinci hayvan?

Dalga geçiyor olabilme ihtimali yüzde kaçtı acaba? Durduk yere sosyal bir deneye falan mı denk gelmiştim yoksa?

– O da at, diye düşünüyorum.

– Neden?

– Çünkü hiçbir hayvan yok ki dıştan onun kadar asil ve kuvvetli durduğu halde hissî olarak onun kadar hassas ve ürkek olsun.

– Hımmm…

Hımmm mı? Bu da ne demekti şimdi? Müspet manada bir hımmm mıydı bu yoksa menfi manada mı? Öyle ya, çok çeşitli anlama gelebilirdi bu hımmm. Bir an, “Ne oldu, çabuk söyleyiniz lütfen. Yoksa? Doğruyu söyleyin, yaşayacak mıyım doktor?” diye diz çöküp sormak geldi içimden.

– Bundan sonraki sorularımız, belirli kavramların sizde oluşturduğu hisler üzerinden ilerleyecektir.

Bu sefer konuşan Okan Bey’di.

– Hay hay…

– Deniz? “Deniz” kelimesinin sizde uyandırdığı his…

– Deniiiiz…

Neydi bu, bir tür zekâ testi miydi?

– Ürkütücü bir ferahlık…

– Peki, okyanus desem?

“Amacınız, desem?” cümlesi gelse de dilimin ucuna, belki de sinirlerimi masaya yatırıyorlardır, ihtimalini düşünerek kendime hâkim oldum.

– Okyanus, hakkında bir his beyan edebilmem açısından çok uzak bir kavram benim için. Çünkü henüz gerçekliğini yaşamadığım bir şey. Ancak şunu diyebilirim: Okyanus ile ilgili bir şey hissetmem için önce kendimi oraya ait hissetmem gerek.

– Anlıyorum Toprak Bey…

İşte şimdi kendimi bir tımarhanede, uzman psikiyatristlerin gözetimindeki şizofreni hastası biri olarak görmeye başlamıştım. “Anlıyorum Toprak Bey” derken yüzündeki ifade, önündeki kâğıda aldığı kısa notla daha da belirginleşmişti. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Bundan sonrası için çok da düşünmemeye, bu saçmalığın, sonu ne olursa olsun bitmesine yoğunlaşmıştım.

– Akvaryum!

– Tutsaklık.

– Yani?

– Yani sevmem akvaryumları.

– Cam?

– Camın, yapılışı itibariyle insanı etkileyen bir büyüsü var. Ama belirli bir şey söylemem gerekiyorsa, tehlikeli bir berraklık, diyebilirim.

– Şimdi son soru…

Hele şükür! Ama bir dakika, ne son sorusu? Bu kadarcık mı tüm mülakat? Yok canım, herhalde ön görüşmenin ilk aşaması bitmişti henüz. Hem daha işle ilgili bilgilerimi ölçmeleri gerekiyordu…

– Buyurun lütfen…

– Duvar… Hımmm…

Benim onlardan nerem eksikti? Bir kez de ben kullanayım şu “hımmm”ı da görsünler nasıl bir his olduğunu, diye düşündüm.

– Duvar, duvardır. Ancak onu, sanatla ve bakış açısıyla güzelleştirebiliriz. Boyayarak vesaire. Yani güzelleştirilebilir bir kat’ilik, diyebilirim.

– Peki, teşekkür ediyoruz. Lütfen size geri dönüşümüzü bekleyin.

– Nasıl?

Ayağa kalkılmış, uğurlama niyetindeki eller, elimi sıkmak için uzatılmıştı.

– Yani, mülakatımızı değerlendirmeye alacağız ve sonucu size bildireceğiz.

Yüzüme, benim açımdan herhangi bir sıkıntı yok, sadece soruyorum, anlamında samimi bir gülümseme kondurarak,

– Mülakat bu kadar mıydı? Gerçekten hızlıydı, dedim.

– Takdir edersiniz ki hız ve pratik uygulamalar, modern iş hayatımızın vazgeçilmez unsurları arasında.

Okan Bey bunu söylerken kol düğmelerini düzeltiyordu.

– Hem, zannediyoruz, sizin de vaktiniz değerlidir.

Nergis Hanım’ın ifadesinde ise hafif bir istihza sezemeyecek kadar çaylak değildim.

– Peki, iyi çalışmalar diliyorum efendim.

Koridordan asansöre binesiye kadar kulağımı, arkadan gelecek bir çağrıya hazır halde tuttum. Öyle ya, bu acele yolcu ediş, bir testin parçası olabilirdi. Bina önünden metrobüs durağına doğru yola koyulduğumda anlamıştım ancak, ne bir ses ne bir çağrı geleceğini. En azından yüz yüze görüşmek için… Ne olmuştu onca ekonomik tablo, terim, mevzuat hazırlığı; CV ve sertifikalar…

Karşılıksız çek, karşılıksız aşk, karşılığı olmayan umut… Ekonomi-iş dünyası ve hayal kırıklığı eğrisi… Önümdeki maçlar için hazırlığımı sürdürmem gerekti. Ancak bir türlü aklımdan atamıyordum bu mülakat saçmalığını. Yoksa kendime çok mu güvenmiştim? Ondan mıydı bu bozgun? Belki de kuruntu yapıyordum ve modern iş hayatında önemli olan sabrı ölçücü bir bekleme süresine tâbi tutuluyordum. Böyle tam iki hafta geçti. Her gün belirli aralıklarla kaybettiğim bir şeyi arıyormuşum gibi mailimi yokluyordum. Oradan, yitirdiğim tüm eşya ve değerlerimin çıkması muhtemelmiş gibi hissediyordum. Geçen gün asalak bir arkadaşa kaptırdığım çakmağım, geçen ay ayrıldığım sevgilim, annemin yanlışlıkla yüksek programda yıkayıp kullanım dışı bıraktığı çok sevdiğim hırkam… Sanki gelen kutuma hoş gelip safa getirecek o mail, bana tüm bunları geri edinmemin sevincini de yaşatacaktı. Ve işte! Kutlu bir yolcu misali beklediğim o yolları gözlenen maili bulmam için geçmesi gereken zaman, demek ancak iki haftacık kadardı.

Uzunca bir maildi bu. “Mülakat Değerlendirmesine İlişkin Sonuç Raporu” başlığını okuduğumda, hangi mülakat, ne mülakatı, o saçma sorulara mülakat mı diyorsunuz siz, gibi soruları ardı ardına sıralamaktan kendimi alamadım haliyle. Ne eksik ne fazla; mail, kelimesi kelimesine şu şekildeydi:

Mülakat Değerlendirmesine İlişkin Sonuç Raporu

Sayın Toprak Uğurlu!

Uzun yıllar alanında birçok yeniliğe öncülük etmiş şirketimizin Türkiye temsilciliğini yürüten firmamızda, İnsan Kaynakları Müdürü Okan Bey ile İşletme Müdürü Nergis Hanım’ın nezaretinde 01.10.2018 tarihi itibariyle, firmamızda çalışmak üzere başvurduğunuz pozisyon gereği mülakata tâbi tutuldunuz. Söz konusu mülakat, alanında uzman kişilerce geliştirilmiş olup, güvenilirliği, gerçekleştirilen uluslararası uygulamalarla test edilmiştir. İşbu mülakat, ilgili işyerinin/işverenin çalışanını belli başlı noktalarda tanımasına yönelik hazırlanmıştır ve en popüler, güncel bilgi edinme yollarının başında gelmektedir. Uygulanan kişi ya da kişilerin önceden onayının alınması yasal bir zorunluluktur. 

Mülakat, yedi sorudan müteşekkildir. İlk iki sorunun karşılığında uygulayıcı, iki spesifik yanıt almalıdır ve bu yanıtların nedenleri bu noktada çok önemlidir. Sonraki beş soruda ise önceden belirlenmiş bazı kavramların katılımcıda oluşturduğu hisler esas alınacaktır. Burada her bir soru ve kavram, aslında katılımcıyı tanımaya dönük bir takım hususları sembolize etmektedir. Sonrasında tüm yanıtlar, uzmanlar tarafından okunur ve kişi veya kişiler hakkında belli başlı bir çerçeve çizilir.

Buna göre;

İlk sorudaki en sevilen hayvan, kişinin kendisini; dolayısıyla kendisini hangi özellikle tanımlayıp öne çıkardığını, 

İkinci sorudaki ikinci en sevilen hayvan ise kişinin en sevdiği kişiyi ve bu kişide aradığı özellikleri ifade etmektedir

Deniz, kişinin iç dünyasına bakışını,

Okyanus, kişinin dış dünyaya bakışını,

Akvaryum, kişinin evliliğe bakışını,

Cam, kişinin cinselliğe bakışını,

Son olarak duvar, kişinin ölüme bakışını temsil etmektedir

Şahsınıza uygulanan mülakatta söz konusu sorulara verdiğiniz yanıtlar çerçevesinde yapılan değerlendirme şu şekildedir:

* İlk soruya verdiğiniz “baykuş” cevabı ve burada öne çıkardığınız “bakmak” eylemi, sizin kendinizi, etrafınızla aşırı derecede ilgilenen, gözlemleyen biri olarak görmenizi ifade etmektedir. Bu da kafa dağınıklığına sebep olacağından ve hatta yaptığınız işe yoğunlaşmanıza mani olacağından, ideal durumdan uzak gibi görünmektedir.

* İkinci soruya verdiğiniz “at” yanıtı ile öne sürdüğünüz sebep, sizin, aslında ne kadar çelişkileri olan, iç dünyasında çatışmalar barındıran ve sevdiğiniz kişi ile aranızda düzeyli bir ilişki sürdürmekte zorlanan biri olduğunuzu göstermektedir. At temsili özelinde sevdiğiniz kişide aradığınız dıştan asalet-kuvvet, içten hassasiyet-ürkeklik; dış ile iç dünyası birbirinden çok farklı biriyle aynı hayatı paylaşmak arzusunda olduğunuzu göstermektedir. Bu ise rasyonalite temelinde anlaşılması güç bir durumdur.

* Deniz dendiğinde, ürkütücü bir ferahlık, betimlemeniz; iç âleminize bakışınızın pek de parlak olmadığının altını çizer. Kendi içinizdeki karanlığa karşın ferahlıktan da dem vurmanız; kararsız ve duygusal bir yapınız olduğunu yansıtmaktadır

* Okyanus ise yukarıda da bahsedildiği üzere dışarıya; yani dünyaya bakışınızdır. Bu, şimdiye kadarki cevaplarınız arasında en katısıydı maalesef. Çünkü, okyanus hakkında herhangi bir şey söyleyebilmem için önce kendimi oraya ait hissetmeliyim, ifadesi, asla başvurduğunuz pozisyonda çalışacak birinin sarf ettiği bir söz olamaz, olmamalıdır. Zira bu ifade, renklerin girdabındaki melankolik bir ressama ya da kelimelerin dünyasında kendi anlamını bulan bir yazar veya şaire ait olsa gerektir. Hakeza, notalarla nefes alan bir bestekâra da ait olabilir.

* “Akvaryum” kavramı karşısında beyan ettiğiniz “tutsaklık” ifadesi ve ardından, “akvaryumları sevmem” yargısı, sizin asla bir evlilik insanı olamayacağınızı gösterir. Bu ise iş hayatında istenmeyen bir durumdur; çünkü yapılan istatistiklere göre kurumsal bir iş yerinde çalışan evli bireyler, işlerinde daha tertipli, daha güven verici bir şekilde varlık göstermektedirler. Buna mukabil bekâr bireyler ise bir şeye ve yere bağlanması güç olan, düzenli bir hayatları olmadığından, kendilerini işlerine tam manasıyla veremeyen kişiler olarak tespit edilmişlerdir.

* “Cam” kavramına bakışınız ise bir tür saplantınız olduğu yönünde yorumlanabilir. Cinselliğe; büyü, tehlike, berraklık gibi ifadelerle bakan kişi hakkında, ona birden çok ve birbirinden kuvvetli manalar yüklediğinden, aşılamaz zaafları haiz biri, şeklinde yorum yapılabilir.

* Son kavram olan duvara bakışınız ise, ölüm-güzellik ikilemesini gündeme getirir ki bu, intihar potansiyeli olan kişilerde saptanmış bir duygu ve düşünce durumudur. Ölümü süslemek, güzelleştirmek, sanat ile bağdaştırmak düşüncesi, başvurduğunuz pozisyonun faaliyet göstereceği kapitalin dünyasına nazaran oldukça metafizik, ileri derecede sürrealist bir zihin yapısını yansıtmaktadır.

Sonuç: Tüm bu değerlendirmelerin ışığında size yönelik bizde oluşan kanı şudur ki; paraya, ekonomiye dayalı bir işte mutlu olamayacağınız gibi fayda da sağlayamazsınız. İstidadınız, sanat ve edebiyat dünyasına çok daha meyyaldir. Bu alanlara yönelmeniz, muhtemel ki sizi hem daha başarılı kılacak; hem de Maslow Hiyerarşisi’nin tepesinde yer alan “kendini gerçekleştirme” noktasına taşıyarak mutlu edecektir.

                                                           Saygılarımla – Uzman Psikolog Feriha Sungurlu    

O gün, uyumadan evvel maili kaç kere okuduğumu hatırlamıyorum. Demek ruh bilimi, insanın iç dünyasına bu denli inecek kadar ilerlemişti. Cephede kendi silahıyla vurulmuş bir asker gibi kıvranıyordum odamdaki koltukta. Ben de kendimi ayrıntıcı sanırdım. Bu zıpçıktı soruların, bu safsata gözüyle baktığım mülakat müsveddesinin beni bu denli ele vereceğini nereden bilebilirdim? Bilgisayar ekranına kilitlenmekten gözlerim kurumuştu resmen.

Üniversite sonrası işsiz kalma korkum yeniden hortlamıştı işte. Ben, sırf bu korku sebebiyle onca eğitimi, sertifikayı almamış mıydım? E şimdi ne olmuştu? Bir lanet gibi ne iş yapsam, nereye gitsem izimi takip edip beni yaka paça, karga tulumba klavye başına oturtan, elime kâğıt-kalem tutuşturan yazarlık belası, edebiyat sevdası, sonunda ne mal olduğumu gece gece nara atan bir sarhoş üslubuyla haykırmış, tüm kirli çamaşırlarımı ortaya saçmıştı. Hem de sinsi bir yeni yetme mülakat marifetiyle. Kendimi çıplak kalmış bir ahmak gibi hissediyordum. Yıllarca saklamıştım herkesten yazarlığımı ve yazdıklarımı. Ben, o umutsuz, o kıymeti bilinmeyen aç yazarlar ve şairler kervanının bir neferi olmayacaktım. Asistanımla toplantılara girip çıkan, ütülü kıyafetlerle sempozyumlarda boy gösteren, konforlu bir hayatın içinde insan gibi yaşayan elit bir iş adamı olacaktım. Akrabalarımın saygı duyduğu ve kendi çocuklarına örnek gösterdiği o meşhur “falancanın oğlu” ben olacaktım işte. Ne var ki edebiyata düşkünlüğüm, sonunda uzman bir psikolog tarafından tescillenmiş, ehilleri tarafından onaylı sertifikalarım arasına bir de sanat ve edebiyat yönümü tasdik eden, yazarlığa istidadımın delili bu mail eklenmişti. Peki, ne mi yaptım? Ufukta git gide ufalan konforlu, paralı umutların ardından oturup bu öyküyü yazdım. Tuhaf bir espri anlayışı olan fakat gerçekte olmayan biri sol kulağıma şunu fısıldıyordu: “Ünsüz işadamı adayı sayın Toprak Uğurlu’yu bugün akşam saatlerinde toprağa uğurladık.”

Cüneyt Dal

 

DİĞER YAZILAR

4 Yorum

  • İhsanbul , 18/10/2018

    Bilgisayar yada telefon ekranında okuma yapmayı sevmiyorum. Eski kafaliyim sanırım. Elimde kitap vardır olacak, kalem olacak bir yandan okuyup bir yandan karalayacagim… Cüneyt Dal’in bu hikâyesini okumak beni telefon ekranında okusam bile çok hoşuma gitti. Teşekkürler.

  • Mrs Uğurlu? , 18/10/2018

    Allah Allah ya bu ben miyim ki ?
    en çok;
    yani, sevmem akvaryumları

  • Çöpçüsüpürgesi9 , 18/10/2018

    Öldüm öldüm dirildim okurken su tabancasıyla vuruldum ateşim alnımdaki çizgiler yerlere döküldü. Üstüm başım toz toprak, altı üstü yaşlı bir takvimde kuru yaprak bir yaprak. Çöp diye süpürdüğüm.

  • Feyyaz Kandemir , 18/10/2018

    Güzel hikâye.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir