“Evlat dedi bana bak. Kimse dokunulmaz değildir. Yasalarıma, kurallarıma karşı gelme, emirlerime itaat et, benim dilediğim gibi yaşa, sonra istersen ölürsün. Kovarım seni. Heveslerine sahip ol. Kursağında tetikçiler her zaman bekliyor. Bir şey olursa benden bil. Ringden ayrılma, ben havluyu atasıya kadar dayak yemeye devam et. Kovarım seni. Sus, sakın ağzını açma! Asgari ücretinin değerini bil. Az yemeyi öğren. Gözlerin ufka bakmasın. Ben bakması gereken yerleri işaretledim. Karşı gelme. Oyarım, sonra kovarım. Şimdi git bana çay getir.”
Bu sözleri duymadan önce hayatımın en kaotik uyanışlarından birini yaşadığım için kiralık bir katil edasıyla kalkmıştım yatağımdan. Zaten sabahları “Ben çok keyifli uyanırım” diyen insanların ya aylık geliri 20 bin liranın üzerindedir ya da yalancıdır. Ben ikinci ihtimal üzerinde daha kuvvetli bir şekilde duruyorum çünkü insanlar çoğu zaman yalancıdır ve bunu güne ilk önce kendisine söyleyerek başlar. “Bugün ne kadar güzel bir gün!” deyip gerinip göbeğini kaşıyan insanların iç dünyasında hapsettiği “Ne olur bir sabah da gece uyansak ulan!” narası ortaya bir çıksa, günün değerinin ne olduğu işte o zaman anlaşılır.
Ben normal bir şekilde uyanan biri değilim. Aslında ben uyanan biri değilim, sadece güne aradan kaynama yaparım o kadar. Lakin bu aradan kaynamaları içinde çorabımın tekini gece gördüğümün rüyanın etkisiyle çıkarmış; bir ayağım sıcak diğer ayağım soğuk bir şekilde yaptıysam işte o zaman kaos başlar. Aslında varoluşumla beraber başlayan kaosun devamını her sabah sanki yeni bir başlangıç gibi yaşarım o kadar. İçinde yaşadığımız dünyanın sert, soğuk, adaletten yoksun oluşunu sürekli konuşmalarımız bundan olsa gerek.
“Evlat” diye başlayan sözleri duymadan önce sol ayağımdaki çorabın gece bir şekilde çıkmış olduğunu görünce beynimden vurulmuşa döndüm. Beynime saplanan kurşunu bir güzel cebime koydum ve avare avare yürüyerek çalıştığım yere geldim.
Uykusuyla sorunu olan insanların, hayatıyla, aşklarıyla, nefretleriyle ve en önemlisi de işleriyle başı dertte olur. Hayatımla başım bazı zamanlarda derde giriyor, aşklarım hakkında bir şey diyemiyorum çünkü aşkın tam olarak nasıl bir şey olduğunu kestiremiyorum. Atom bombasını icat edecek kadar nefret sahibi olmadığıma kesinlikle eminim. Emin olduğum, kesinlikle emin olduğum, hırsızlığın, cinayetin, kalp kırmanın ne denli kötü; yaşlılara yer vermenin, yapılan iyilik karşısında teşekkür etmenin ne kadar iyi bir şey olduğuna emin olduğum kadar, işimle de başımın dertte olduğu…
Kabul ediyorum hayat fazlasıyla gerçek. Yine kabul ediyorum gerçeklik hiç bana göre değil ama hayattan da kaçmam mümkün değil. Ben de isterdim güneşin altında oturayım, tahtımdan ineyim ve kendi kendimin kralı olayım. Ama mesai saatleri belirlenmiş bir düzen içinde buna pek fırsat kalmıyor. Çünkü sevgiliniz, arkadaşınız, anneniz babanız, belki amcanız, evliliğe inanıyorsanız bacanağınız bile sizin hayal kurmanızı değil; mesai saatlerine riayet edip para kazanmanızı ister.
Oysa benim bir ailem, sevgilim, belki amcam ve evliliğe inanmadığım için bir bacanağım yok. Peki ya arkadaşlarım? Onlardan söz etmek istemiyorum çünkü varlıkla yokluk arasındaki çizgiyi hayatımın hiçbir evresinde tarif edemedim. Ama makarnanın tarifini tereddütsüz veririm.
Kapıdan çıkarken bana “evlat” diyen o züppenin tavrımı anlaması için kapıyı olabildiğince sert kapattım. Etkili olup olmadığı hakkında hiçbir fikrim yok çünkü içeriyi göstermeyen camlar benim için suratına bakıp da hiçbir şey anlayamadığım insanlardan farksız. Onlara baktığımda kendimi silik bir siluet olarak görsem de onların içini asla göremiyorum. Bu da bilinmezlik düşüncem için yeterli veriyi makul miktarda servis ediyor.
– İhsan ne oldu oğlum? Bu tavır ne?
– Ne tavrı?
– Abi kapıyı kıracaktın! Ne oldu? Bir şey mi dedi?
Camın ardındaki bir şeyler anladı mı bilmem ama kapının berisindeki Ceyhun’un tavrımdan bir şeyler anladığını hisseder gibi oldum. İnsan, beklentilerini anlamasını gereken kişilerin anlamasını beklerken, beklentilerini beklemediği kişilerin anlamasını pek beklemiyor. Çünkü önem sırası içinde 3. tekil ya da 3. çoğul şahısların varlığı, 1. tekil ya da 1. çoğul şahısların yanında o kadar da önemli olmuyor. Ama yine de bu, şahıssızlık ortamından çok daha makul ve tavrın yatışması ya da patlamaya hazırlanan volkanın harekete geçmesi için hafif bir yer sarsıntısının zeminini hazırlıyor.
– Bir şey olduğu yok! Sen nerden çıkarıyorsun bunları?
– Yapma İhsan, göz var izan var! Gördüklerim ve duyduklarım resmen bir şey oldu diye avaz avaz bağırdı.
– Ne gördüğünü ve ne duyduğunu bilmiyorum Ceyhun. İşine bak!
Oysa Ceyhun benim sadece kapıyı çarptığımı ve kapıyı çarpmam neticesinde çıkan sesi duymuştu. Bunlarda bir çoğulluk yoktu ama o gördüklerim ve duyduklarım diye bahsetmişti olaydan. Kapının arasından bakmış ve kapıya kulağını dayayıp dinlemiş olabilirdi. Bir insan bunu yapabilir mi? Bir insanın neler yapabileceğinin bir sınırı var mı? Sınırı belirleyen yasalar var ama bu yasalara harfiyen uyacak kaç vicdan var?
Şüphe her şeyin başlangıcıdır ama sonu mudur emin değilim. Ama Ceyhun için duyduğum şüphe onun sonu olabilirdi ve belki de her şeyin başlangıcı olan şüphe bir vesileyle her şeyin değilse de bir şeyin sonu olabilirdi.
Ceyhun nasıl bir son hayal eder diye düşünmeye başladım. Ama aklıma gelen güç bela ev sahibi olmuş ve emekliliğini “emekliler lokalinde” düzinelerce emekliyle hastalıklarına ağıtlar yakarken gelen sondan başka bir şey değil. Sıradanlığın kaçınılmaz sonlarından biri de bu olsa gerek.
Kimseye bir şey söylemeden çantamı aldığım gibi dışarı çıktım. Her seferinde gözlerine baktığımda dünyayı unutabileceğimi düşündüğüm ama gözlerine baktığımda hiçbir şey görmediğim gibi dünyanın daha da farkına vardığım kişinin yanına gittim. Kapıyı çaldım. Bir süre bekledim ve tekrar çaldım. Kapı açıldığında gözlerine bakmayı umduğum kişinin uykusu sebebiyle gözlerini kaybettiğini, saçlarında ise beklenmekte olan üçüncü dünya savaşının çıkmış olduğunu gördüm. Dünya? Dünya aynı dünya ve hâlâ yoğun trafik sebebiyle karşıdan karşıya geçmeye zorlanıyoruz.
– İhsan saat kaç? Neden işte değilsin?
– Aslında beni herkes şirkette biliyor, sen hariç!
– İhsan saat kaç? Neden işte değilsin? Ne yapıyorsun burada!
Dünya aynı dünya. Beklentiler aynı beklentiler. Ama Ceyhun farklı. O anladı her şeyi. Ama bana kapıyı açan anlamadı. Belki de bütün dünya, dünyada yaşayan canlılar, fotosentez yapan ağaçlar, şunlar bunlar anlamasaydı da, kapıyı açan anlasaydı işte o zaman beklentilerim karşılık bulacaktı.
– İşim vardı, çıktım. İşimin içinde işimin çıkması çok makul bence. Geçerken uğradım.
– Anlamadım ama neyse! İçeri gel, hadi!
– İşimi bitirmem lazım. Görüşürüz.
Bana kapıyı açan, kapıyı çok sert kapattı ve ben kapının berisinde olmama rağmen kapının ardındakinin ne hissettiğini anladım. Belki bana “evlat” diyen züppe de anlamıştır benim ne hissettiğimi. Kesinlikle anlaması lazımdı ama ben bana kapıyı açanı tanıyorum. Peki bana “evlat” diyen beni tanıyor mu, işe geç kalan biri olduğumu bilmesi dışında.
Kaos benim için sabah uyanışımdan beri devam ediyordu. Hatta katlanarak artıyordu ve neredeyse içim balistik füzelerin dansına başlayacaktı. Cebimdeki mermi ise hâlâ yerinde duruyor. İsabet edecek kişi maganda kurşununa değil, öznesi dâhil her şeyiyle bilinen birinin kurşununa maruz kalacak. Yani bana, İhsan Karatan’a, namı diğer Congar İhsan’a!
İş yerime döndüm. Ceyhun uzaktan beni gördü. Dışarı çıktığımı anlamıştı. Bu adam üzerine vazife olmayan her şeyi anlıyordu. Çay ocağına gittim ve Emine Abla’dan bir bardak çay istedim. Emine Abla çayı verdi, elime aldım ve bana “Evlat” diyen züppenin odasına doğru yürümeye başladım.
Kapıyı vurmadan içeri girdim. Tam karşımda oturuyordu. Yavaşça yaklaştım. Koltuğa oturdum. Çaya şeker attım. Karıştırmaya başladım. Şaşkın gözlerle beni izliyordu. İstifimi hiç bozmadım. Bir yudum aldım. “Ehhh” diye çayın ilk yudumundan sonra çıkarılan o uhrevi sesi çıkardım. Çayı masaya bıraktım. Şaşkınlığı yerini sinire bırakmıştı. Gözlerinden belli oluyordu. Büyük bir hışımla ayağa kalkıp masaya elini vurdu.
– Ne oluyor lan! Ne yaptığını zannediyorsun sen!
– Anladın mı?
– Neyi ulan, neyi?
– Kapıdan çıkarken göstermiş olduğum tavrımı!
– Defol git lan buradan, kovuldun. Ruh hastalarına verecek param da yok zamanım da yok, defol!
Ayağa kalktım, kapıya yöneldim. Sert bir şekilde açıp aynı sertlikle çarptım. Hiçbir şey anlamadığı çok belliydi. Ama en azından artık anlayıp anlamadığını öğrenmiş oldum. İçim biraz rahatlamış, kaos kendini sükunete bırakmıştı. Masamdan çantamı aldım. Tam çıkacakken karşıma Ceyhun çıktı. Telaşlı bir şekilde
– İhsan ne oldu oğlum? Bu tavır ne?
– Anladın mı?
– Anlamam mı İhsan, göz var izan var! Gördüklerim ve duyduklarım resmen bir şey oldu diye avaz avaz bağırdı.
– Ne gördüğünü ve ne duyduğunu bilmiyorum Ceyhun. İşine bak!
Süleyman Mete