Çıban

Hava kapalı. Toprak ıslak. Kabarmış gri bulutlar, gitmekle kalmak arasında kararsız süzülürken, azgın bir girdaba kapılmışçasına ansızın kayboluveriyorlar. Peşi sıra yenileri geliyor. Doğumla ölüm arasında titreyen o hayalî çizgideki gibi, bütün olmakta olanlar birbirini takip ediyor. İşte, toprağın üzerine taze bir örtü gerildi. Gölgeler sürüne sürüne çatılara ulaşıp kayboldu. Yağmur az önce, şehri tepeden tırnağa yıkarken, evlerin duvarlarına kundaklanmış duran birkaç tıknaz hatırayı da siliverdi. Yapılan, edilen, epriyen, çürüyen ne varsa, çatısız damlarda yitti. Kimi zaman unutulmak istenen kimi zaman yardımına ihtiyaç duyulan hatıralar yüreklerden tek tek düştü. Kirpiklerde alaca bir renk,  kulaklarla yılmaz bir uğultu kaldı. İnsan zamanın disiplinine karşı koyamıyor. Dakikaların, kimi zaman geçip gitmesine mâni olunamıyorken kimisinde onu adeta iteklemek zorunda kalıyorsunuz. Ne başı kestirilebiliyor ne de sonu. Bu yüzden başsız ve sonsuz olana sığınıyor olmalı insan, bu yüzden ezelin ve ebedin sahibine açıyor olmalı ellerini.

Her yağmur sonrasında, onda yasaklı bir şeyin var olduğunu düşünüyorum. Bu bilinmeyenimin mahiyetini çözememiş olsam da o, gövdeme gömülen bir yumruk, zihnimde yalın bir curcuna yahut tenimde efsunlu bir nefes, bunu duyumsayabiliyorum. Yağmur bana, insandan daha kıymetli şeylerin de var olabileceğini anlatırken, yeryüzüne; adalet ve fikrin ötesinde bir eşitlik getiriyor. Bulutlar, ihtiyacının farkında olabilen her şeye yetişiyor. Adalet ve fikir! Beşerin, bu kutlu vazifeyi bulutlara bırakmış olmasına oldum olası bir anlam veremedim. Musibetin en çetini kursakların adaletten ve fikirden yoksun bırakılmasıdır der dururduk ya hani. İşte yalnız bu sebeple bile sevebilirim yağmuru, sonbaharı. Sarmaşıklar, sarmaşıklar ne güzel parlamıştır şimdi kim bilir?

Rutubetin ördüğü boşlukta pırıl pırıl bir soğuk büyüyor. Müezzin efendi paltosuna bürünmüş olduğu halde caminin bulunduğu sokağa döndü. Adımları kısa. Kulaklarını yalayan esintiden rahatsız olmuş ki, yakalarını bir çırpıda kaldırıverdi. Ellerini cebinde sıkıştırıp gözden kaybolduğunda, her şey eskisi gibiydi. Terzi Vasfi Bey’in dükkânının girişinde öldüğünden habersiz gibi duran kasketli bir gencin siyah beyaz fotoğrafı asılı. Başında sekiz köşe kasket, ince kıyılmış bıyıklar, parlak gözler… Zor zamanların kederi, alnındaki oyuklarda birikmiş olduğu halde gülümsemeye çalışıyor. Garip ama ben, çerçeveletilip bir köşeye iliştirilmiş fotoğraflara, ağzına kadar doldurulmuş albümlere karşıyım. Kızmayın bana.  Ölüyü, ölecek bir ölümlüyü hatırlamanın, seyretmenin anlamı ne olabilir ki? Benim için albümler zifiri karanlık, dipsiz bir kuyu, çakılları tükenmemekte ısrar eden dik bir yokuş…

Çocuklar birazdan sokağı doldurur. Doldurmalılar. Fazla vaktim olmayabilir. Terzinin yanı başındaki beyaz kirece bulanmış dairenin, sokaktan parmaklıklarla ayrılmış büyük ve siyah perdelerinin altında maviye boyanmış taze bir bisiklet duruyor. Sepetliğinde unutulmuş kekik demeti, kayıp güneşe inat şavkıyor. Hayri, yarım saat önce balkona bıraktığı leğeni alıp, odaya döndü. Elleri domur domur, parmakları kısa ve tombul. Yuvarlak gözlerinin altı mor ve çukurlaşmış. Leğen yağmur suyuyla dolu. Bunu, Nisan yağmurlarının şifalı olduğuna inandığı için yapıyor. Bu inanç onlara, Mevlevî dedelerinin mirası. Eskiden dervişler, “nişan taşı” adını verdikleri kâselerle dergâha gelen misafirlere ikram eder, hastalara şifa niyetine içirirdi Nisan yağmurunu. O günün gecesi semâya açılan eller, Ya Şafiî zikrine bulanan gönüllerle kaynaşırdı. Hayri de bir derviş. Ona derviş ismini çok görmeyin; “olma” yolunda olan “olmaktadır”. Yolda olan en azından yolda kalmayı başarır, dışarıda değil. Kemikleri sızlıyor yine. Kolundaki umarsız çıbanı sıvazladı. Dizlerinde bir halsizlik, hep böyle, oldum olası böyle. Genç adam çok geçmeden sızılarını bir kenara bırakıp leğende biriktirdiği suyla demli bir çay hazırlayacak. Annesi Zarife Hanım ile pencerenin önünde, üzerine kat kat serilen kilimlerle yükseltilmiş sedirde oturup içecekler. Ara ara havayı koklayacaklar. Rüzgâr, buram buram baba kokacak. Parlak taş döşeli kaldırımı izleyip bir süre hareketsiz kalacaklar. Çayları dudaklarında inlerken, evin babası Kâmil Efendi atını kırbaçlayarak yol alacak. Çocukların arkasından koşturmasına ses çıkarmayacak yaşlı adam, “oynasınlar, çocuktur” diyerek bu tehlikeli oyunu yine görmezden gelecek. Hayri, başını uzatıp olan biteni sonuna dek izleyecek. Tül perde usul usul sarsılırken, dağlardan yürüyen serinlik uzun kirpiklerini okşayacak. Kâmil Efendi’yi biraz daha çekecek içine, biraz daha özleyecek. Zarife Hanım ise ilk günkü gibi yanacak. Tam da bu sırada sükûtu, yine yaşlı kadın bozacak. Oğlunun neden evlenmediğinden, elinin neden hâlâ bir iş tutmadığından yakınacak. Vah tüh edip avuçlarını dizlerine vuracak. Annesinin cümleleri sarı, tozlu duvarlara gömülüp kalırken, Hayri, sessizce çayını yudumlayacak. O, kendinden fersah fersah uzaktayken bu kadıncağızın ona bu denli yakın olmayı nasıl başarabildiğini anlamaya çalışacak. Her yudumun midesine yayıldığını hissederken sızıları irileşecek. Gözyaşını avurtlarına biriktirerek kaçacak kelimelerden, çocuklardan…

Bir şey, bir şey bulutları zorla şehrin doğusuna itekliyor. Dışarıda irili ufaklı sesler… Sokağın kenarında oturan şu kadın; yetmişli yaşlarda… Dağılmış yemenisinin bir ucu omzuna dökülüyor. Alnı açık, saçları hayırsız, gözleri fersiz. Vücudunun sağ tarafı donuk, ağzı kenetlenmiş. Oğluna yaslanarak gelip oturduğu yer soğuk. Önünden geçenler gün batana değin bakışlarının esiri olacak. Bak, başını göğe kaldırdı. Kalbinin sesini işitiyor olmalı. Kuru damarları, titrek parmaklarına mahşeri taşıyor. Kaburgalarına inen her darbede ömrünün biraz daha tükendiğinin farkında olmak kadar beter bir şey yok. Geçkinler, kımıl kımıl yürür, azar azar ölürler. O da altındaki taş gibi yavaş yavaş yitiyor hayattan. Anlaşılması güç de olsa; “On beş yıldır böyleyim” diyor soranlara. “Kâmil Efendi olsaydı böyle mi olurdum ben?” diyerek sıdalanıyor. Yeniden takılıyor gözleri. Keskin bir nefes attıktan sonra; “Dağlar dağlar viran dağlar, yüzüm güler kalbim ağlar” deyip cılız başını önüne deviriyor. Ne garip değil mi? Kimileri var ki, arada büyüyen yıllara, yollara aldırmadan kalbinizi ağrıtmaya yetebiliyor. Yaşlı kadın da kocası Kamil Efendi gibi dünyadan bir yaz günü göçüp gidecek. Uzandığı somyada, kendini komşularına işittirecek kadar sesi olmayacak. Hırıltısı boğazında düğümlenecek. Hepimizin korktuğu kadar korkacak ölümden. Allah’a inanmayı sürdürecek. “Get lâîn şeytan” diyerek kaldıracak gövdesini. Sonra, ruhunu yaşama bağlayan tüm urganlar bir bir sökülüp atılacak. Gasıl suyunu, Ağustos’un on yedisinde, bakır bir kazanda ısıtacaklar. Anneciğim! Hayır, ben, ecelin, hantal bir perdenin ardında beliren yolsuz bir meçhulden ibaret olduğuna inanmıyorum. Hayattan kuvvetli olmayı başarabilmiş bir “şey”, nasıl olurda muallâkta bekleyen bir bilinmez olarak var olabilir ki? Varoluşun hakikati her canlının bir sonu olması. O halde, yaşanması kaçınılmaz olanı, nefsime sevdirmem gerekiyor. Yaşlı kadını evin avlusunda yıkayacaklar. Çok geçmeden, “bir Zarife Teyze vardı” deyip dertlenecek mahalleli. “Sağlığında ne de Osmanlı bir kadındı, koca evi tek başına siler, paklardı” derken, parmakları örgülerine görümlük izler bırakacak. “Yeri pek belli” deyip susacaklar sonra. Sessizlik büyüyecek, büyüyecek ve albümleri dolduracak, ardından gökyüzüne ulaşıp dua olacak.

Ortalıkta bir kadın sesi. Kime seslendiği, ne dediği anlaşılmıyor. Güçlü baldırlarına güvenen beyaz bir kedi kuzinenin yanında bacaklarını gere gere uyuyor. Yaşlı adam şemsiyesini aldı. Paltosunu sırtına geçirmeden evvel kolundaki çıbanı bir kez daha sıvazlayıp kasketini başına gelişi güzel taktı. Evden çıkıp, ıslak ve kaygan rayları takip ederek istasyona doğru yürümeye başladı. Dar ve bozuk kaldırımları, bahçeli, tek katlı evleri bir bir geride bıraktı. Hacı Hüsameddin Efendi Tekkesi’nin önüne geldiğinde durdu. Şemsiyesinin ucunu yere vurup yaslandı ve kayıp gölgesinin üzerinde beklemeye başladı. Gözleri, tekkenin haziresinde metfun ulemanın, dervişhânın mezarlarındaydı. Gönlünde çocukluğunda kendisine şeker veren Hazret’in hayali canlandı. “Simurg, Hüt hüt ve Anka” diyerek mırıldandı. Mürşid ve mürîdan burada. Etrafını çevirip, hakîkat dolu yüreğine sarılmışlar. Dünya’da iken yanındaydılar, Berzah’ta da kanatları altındalar. Yedi vadili yolun sâlikleri bunlar. Kimimiz takıldı kaldı, kimimiz gayeye ulaştı. Allah bilir, biz bilmeyiz. Allah bilir, biz bildirdiği kadarını bilebiliriz. Fatiha’sını bitirdi. Elini yüzüne sürdükten sonra yürümeyi sürdürdü. Bulutların arasından kendini göstermeye yeni yeni güç yetirebilen güneş hayatı yeniden canlandırıyor. Hava ısındıkça cılız rutubet kalınlaştı. Gökyüzünün bu halini Nisan sabahlarını sevdiği kadar sevmiyor. Paltosunun kemerini gevşettiğinde gardaki hareketliliği duyumsayabiliyordu. Bulduğu ilk banka oturdu. Kalın bıyıklı kondüktörler son sigaralarını içerken, aralarında neşeli bir sohbet büyüyor. Lokomotif, havasını boşaltarak tısladı. Raylardan yer yer duman yükseliyor. Cam kenarının makbul olduğuna inanan bazı yolcular trene erkenden binip yerlerini almış, elleri çenelerinde olduğu halde olan biteni izliyor. Aradan kaç yılın geçtiğinin hiç kimse farkında değil, yaşlı adamın kendisi bile. Bakışları yine bir yerlerde uzayıp kısalıyor. O gün, bugün gibi canlanıyor. Tazecik, esmer bir delikanlı, elindeki siyah çantayı göğsüne bastırmış dikiliyor. Çekingen, endişeli… Son kez saatine baktı. Birilerini bekliyor olmalı yahut birilerinin gelmeyecek olmasını. Omuzlarını düşürdü. Kolundaki çıbanı sıvazladı. Hızlı adımlarla vagon kapısının önüne geldi. Sağ eliyle demirlere tutunup bekledi. Dönüp geldiği yere tekrar baktı. Yuvarlak gözleri şimdiki gibi buğulu. Domur domur elleri, kalın parmakları soğuk. Kompartımandaki yerini bulup oturduğunda acı bir ıslık havayı yırttı. Çocuklar kanayan hayal köşküne doğru aldırmadan koştururken, hatıralar hüzün dolu bir hikâyeye kıvrıldı. Eller sallandıktan sonra patırdayarak gövdelere indi. Hayri Bey, oturduğu bankta sıçradı. Bugün torunlarının geleceğini, yeni hatırlamış olmalı. Hem sabah gezisi uzadı, eşi merak etmiş olmalı. Balkona geceden bıraktığı leğen çoktan Nisan yağmuruyla dolmuştur. Gidip bir çay demlemeli ve kat kat serilmiş sedirde hep birlikte içmeliler. Sohbet buram buram esen rüzgârda doruğa çıkarken o, ışıldayan kalbiyle parlak kaldırımlara katılmalı.

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • gökçehan , 12/04/2016

    bu üslubu çok seviyorum ama ya… bravo vallahi..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir