Asırlar öncesinde, buralardan çok ama çok uzaklarda bir ada ülkesi vardı. İnsanları, o kadar uzun zamandır oradaydılar ki nereden ve nasıl oraya geldiklerine dair kesin bir bilgiye sahip değillerdi. İhtimaller arasında en akla yatkını, bu uçsuz bucaksız denizin ortasına, gökten bir yerlerden düşmüş olabilecekleriydi. Bu ihtimalin ana hatlarında birçokları mutabıktı. Ancak bir ayrıntı vardı ki o, zamanla ada üzerinde, iki farklı çoğunluğun oluşmasına sebep olmuştu. Bu görüş ayrılığına göre kimilerince ada halkı, güneşin evladıydı. Diğer gruba göreyse ayın… İlkine Şemsîler, diğerine ise Kamerîler deniyordu. Birinci düşünceye, daha doğrusu inanca sahip kimseler gündüz; ikinci inanca, daha doğrusu kanıya sahip kimseler ise gece şükranlarını sunuyorlardı babalarına. Ancak her iki çoğunluk da gökten geldikleri konusunda hemfikirdiler. Böyle olduğu halde bu ortak paydaya aldırış etmiyor, birbirleriyle didişmekten geri durmuyorlardı.
İki halk da birbirlerini saygısızlıkla itham ediyordu. “Atasını reddeden soysuzlar” yaftalamalarını dillendiriyorlardı birbirlerine karşı. Ancak adada öyle bir topluluk daha vardı ki bu topluluğun varlığı, Şemsîlerle Kamerîlerin birleştiği ikinci bir hususu oluşturuyordu. Bu grup, adada azınlık durumundaydı. Farkları ise ada insanlarının soyunun, denizden geldiği hakkındaki görüşleriydi. Onlara göre en inanılası ve yoluna baş koyulası teori buydu. Bu yüzden onlara, Bahrîler, deniyordu. Düşüncelerini, şimdinin “teori” kelimesine karşılık gelen özel bir kelimeyle açıklıyorlardı çünkü bir tek onlar bu hususta bir takım deliller sunma gayretindeydiler. Mesela beden yapılarının, deniz canlılarının bazılarına olan benzerlikleri buna bir kanıttı. Sonra, ada halkının besin ihtiyacının büyük bir bölümünü deniz karşılıyordu. Bunun gibi kendilerince mantıklı sebepler, Şemsîlerle Kamerîleri kızdıradursun onlar, bu gibi konular üzerine dur durak bilmeden kafa yoruyorlardı. Tabiî bu gayretlerinin altında, azınlıkta olmalarının getirdiği eziklik ve ezilmişlik psikolojisi de yatmıyor değildi. Şemsîler ile Kamerîler onları, aşağılıkça yaşamaya mahkûm zavallılar olarak tanımlıyorlardı. Çünkü onlar; yönlerini, kudretli göğün azametinden, yerin, ayakları altında ezilen aşağı seviyelerin düşkünlüğüne çevirmişlerdi. Bu, kabul edilemezdi. Hem, o denli sığ ve içi boştu ki bu Bahrî düşüncenin, denize şükranlarını sunacakları özel bir vakitleri dahi yoktu. Sadece yağmur yağdığında bir araya gelir, bir şeyler yer, kıt kanaat doyarlardı. Bu da ciddiyetten uzak, eğlence tarzı bir toplantıdan öteye geçmezdi. Onlara göre yağmur, gökyüzünün yeryüzüne bir ikramıydı. Bahrîlerse, deniz olmasaydı yağmurun ve dolayısıyla yaşamanın mümkün olmayacağını, anlaşılması güç sözlerle izah etmeye çalışıyor, kendi çelişkilerinde günlerini geçirip duruyorlardı diğer hâkim iki gruba göre.
Güneş ve ayın nöbetleşe aydınlattıkları, denizin ise daimi olarak kuşattığı adada bir gün beklenmedik bir şey oldu. Bir gece duyulan gürültü, ada halkını o denli ürküttü ki kimsecikler barakalarından çıkamadılar. Şemsîler, güneşin kılavuzluğunu beklediler hakikati öğrenmek için. Kamerîlerse korkularını, başlarını uzatıp da ayı gökyüzünde gördükleri an telaşlanacak bir şeyin olmadığını düşünerek saklamaktan öteye gidemediler. Fakat Bahrîler, durumu kolaçan edebilmek adına zaten evsiz barksız olduklarından ancak görebildikleri kadar bakabildiler etraflarına. Ne var ki kimse ne olduğunu çözemedi o gece. Gün ağarıp da kuşlar ötüşmeye başlayınca açığa çıktı işin aslı. Adanın tam ortasında kocaman bir delik vardı. Bu delik, görenlere hayret, görmeyenlere merak, ancak her ikisine de korku ve dehşet vermişti. Kimse ne olduğunu anlamayadursun çatlak sesler yükselmeye başlamıştı bile. Şemsîler Bahrîlerin uğursuzluğunu, Kamerîler ise Şemsîlerin lanetliğini çıkarmışlardı bu hadiseden. Ada halkı kesin bir şekilde bölünmüştü bu kez. Planlar yapıldı, nutuklar atıldı ve Şemsîlerle Kamerîler bir olup ne kadar Bahrî varsa kanlarını o dev çukura akıttı. Sabırla beklenildi bir gece ansızın çöken yerin yine aynı şekilde gürültüyle dolması. Ancak günler geçmesine rağmen ne çukur kapandı ne de işler iyiye gitti. Çünkü Bahrîler, adanın her türlü hizmet işini ve deniz avcılığını hakkıyla yapıyorlardı. Bu durum, ada üzerinde fena halde huzursuzluk doğurdu. Gel zaman git zaman beklenen oldu ve bu defa da kalan iki grup birbirine girdi. Çukur kanla doluyor, insanların gözü kana doymuyordu. Nihayet kala kala bir avuç insan kaldı ada üzerinde. Tam bir kargaşa hâkimdi bu güzeller güzeli yere.
Sancılı süreçler doğurgan olur. Sancı, doğumun habercisidir. Adada da böyle oldu bu durum. Yeni fikirler, yeni gruplar türedi ilerleyen zamanlarda. İnsan ürer de bir yerde fikir üremez mi? Bir grup, çukurun yüce bir işaret olduğundan dem vurarak toprağa yönelmenin vaktidir, dedi. Ve bunlara, öğretileri eski zamanları hatırlattığı için Turabîler denildi. Kimileri, Bahrîlerin anısını yaşatmak adına hiçbir deniz canlısı yemeyeceklerine dair ant içtiler. Bir kısım insan, eski Şemsî, Kamerî bilgeliklerine adadılar kendileri gizli saklı; diğer bir kısım ise tüm bunları reddederek yaşamaya baktı ve ölmeye.
Asırlar sonra ne oldu dersiniz? İnsanoğlu çoğaldı, hem de kat kat artarak. Denizleri aştılar devasa gemilerle. Dünyayı şekillendirmek gibi bir misyonla kendilerini, hep önemli buldular ve bin bir sebeplerle hep daha bir yol aldılar. Ama nasıl ki zamanında tek bir adada kalmak kadar kuvvetli bir ortak noktaya aldırmadan kan döktüler, asırlar sonra da koskoca evrenin göbeğinde nokta kadar bir çukur bile olmayan yeryüzünde birbirlerini kırmaya devam ettiler. Yani diğer tüm değişkenler sabit olduğunda insan, hep kazanmak istedi, hep kaybetmekle kaldı.
Cüneyt Dal
1 Yorum