Yaz kış fark etmez, çok mühim başka bir mevzuyla meşgul olmadığımız her geceyi birlikte geçirirdik. Aynı bahçedeydi evlerimiz. Vişneden duta bağlanan bir ince çamaşır ipiyle çizmiştik sınırımızı. Değişen çok şey olmazdı. Üzerinde sarı çiçekli elbisesi, kumral saçlarının yarısını kapatan lila yazması, beyaz papuçlarıyla her gece aynı ve tertemizdi. Yaz akşamlarında kardeşi Hatice’yi de getirirdi. Hatice’nin boyunu bir hayli aşan çamaşır ipinin altından, tıpkı ablası gibi eğilerek geçmesi, gönlümüzü şenlendirirdi. Danef her akşam getirdiği cevizli ekmeği itinayla masanın üzerine koyar, babaanneme sırtını dönmemek için geri geri giden adımlarıyla, hiçbir zaman azaltamadığı ürkek tavrı içinde duvarda asılı olan gümüş kakmalı kamanın altındaki tahta tabureye otururdu. Babaannem Danef’in ağzından duyduğu bir iki kelimeyle gizlice ferahlanır. Sonra rahat olmamız için içeri girerdi. Az kelimeli kısa sohbetlerimizi bazı gecelerde babaannemin annesinden yadigâr mızıkasının sesi bölerdi. Sesi işittiğimiz gibi aslında bir küçük davet aldığımızı bilirdik. Yine de Danef hep ısrarla isterdi. Babaannem de taşmaya yüz tutmuş onca sevgisini “Hadi kızım çekinme, ben senin için çalıyorum”lara gizler. En azından bu anlarda sözde cimrilik etmezdi. Zaten bana sorarsanız hepimizi kuşatmış ve kendi fanusumuzun içine tıkmış bunca müphem söz ve his meçhuller yumağından başka bir şey değildi. Dokungeçten ibaret olmasalardı, birbirlerinin sırlarına mazhar olma mutluluğu derinlerine işleyecek ve ilelebet başka kimselere ihtiyaç duymayacaklardı.
Bunca tezat örf, sonraları aklıma düşünce beni içinden çıkılmaz şaşkınlıklara sürüklemiştir. Zira biz bütün geceyi abi kardeş gibi sohbet ederek geçirirken kimsenin içine en ufak bir kuşku düşmezdi. Ne de olsa Danef herkese karşı bana emanetti. Hepsi bu kadardı. Ve bu mevzunun canımı ince ince yaktığından benim dahi haberim yoktu.
Köyün nüfusunu ekseriya yaşlılar oluşturuyordu. Bu yüzden Danef, içinden ve dışından anlatacağı ne varsa biriktirir aheste aheste önüme sererdi. Genelde tahta taburede, bir iki kelimeyle başladığı geceyi kucağında melek misali uyuyan Hatice, bahçeye girince başköşede gözüken ve adeta babaanneme zimmetli olan yeşil koltukta derin mevzulardan bahsederken bitirirdi.
Kendimize gevrek dertler bulup üzerine düşündüğümüz yine böyle bir yaz gecesiydi. Karabaş’a yatak olan eski dökük koltuğun yanındaki renk renk ebegümeçlerin keskin ve toprak fırının tam arkasındaki ıhlamurun gelmeyesice ve sonrada gitmeyesice kokusunu o bunaltıcı sıcağı delen bir serin esinti harmanlayıp işletiyordu içimize. Kumral saçlarının bu esintiyle dans edişi hâlâ tüm ayrıntılarıyla kaydedilmiş bir film gibi havsalamdadır. Saçları ne kadar içimdense -gönlü demeye gönlüm el vermediğinden- aklı onun, o hökelekli adamın içindendi. Cılız olabilirdim, gönlüm heybetliydi benim. Anlamadı. Zaten o geceye dair benim heybetli gönlümü en çok acıtan şey mavi demlikten akan son demi ona kaptırmış olmamdır. O çay benim hakkımdı, fikrimce. Ben olmalıydım elinden vücuduna büsbütün bir sıcaklık yayılan ve gözleri şu karşıki dağlarda kulağı sadece geceleri duyulan derenin şarıltısında bir bardakla demlenen. Çünkü o sevgiden konuşurken hoyrattı. Gönlü demlenmemişti.
Oysa yaşamaktan söz ederken nasıl da güzeldi. Umursamaz tavrı ve hiç kimseyi alkışlamayışı bana çok uzaktı. Ben bunu ölsem beceremezdim. Henüz davranışlarına dökemese de hafızasını bu zorlanmış hayranlıklardan temizlemişti. Saygısız değildi. Fakat bunca karışıklığa aklı ve kalbinde yer bulamaz olmuştu. Sol eliyle, yazmadan taşan saçlarını kulağının arkasına iliştirip bal rengi büyük gözlerini iyice kısarak karşıki dağlara bakarken söyledikleri siyah beyaz filmimin ağır çekimi gibi tane tane derinlerimdedir. Bir seferinde “yalnızca onurlarını temizlemek ve ölene kadar temiz tutmak gayretinde olanların çabalarını samimi bulmuyorum” demişti.
Kaç yıldı oldu bilmiyorum. Saymayı ve saydığım günlerin arasında onu aramayı bıraktım. Köyden gidişlerinden sonra yaz kış her gece beni yalnız bırakmayan serin esintiye parça parça yerleştirdim kalanlarını. Ebegümeçlerin yerine de güller koydum. Toprak fırının diğer yanındaki çamın kokusuyla harmanlanınca yürekte kalıyor. Ve koca demlik hep benim. Kulağım onun aksine hiçbir zaman nereden geldiğini merak etmediğim derenin şarıltısında. Ve böylece kumral saçlarından alâ payansız bir hazzın bekçisiyim. Öyle bir geldi geçti. Unutamadıklarıma kızmayı terk edeli beri aradığımdan vazgeçtim. Ben artık onu aramıyorum.
Ayşe Sever
4 Yorum