Cemreler Düştüğünde

1. Bölüm

Ocağın üzerinde fısıldayan çaydanlığa eşik eden kesik kaşık sesi; ‘çın çın çın…’ Ayağının istemsizce sallanırken masada bıraktığı titreşim, uğuldayan buzdolabının sesiyle birleşip uzun dalışlarına bir fon oluşturuyor. Gözlerini daldığı yerden çekti. Çayından bir yudum aldı. Nemlenen gözlerini saklamak için kırık bir tebessüm attı;

“En imkânsızı seninkiydi, olmaz bu diyorduk, -oldu.”

“Taha’nınki çok gelgitli, seninki kadar olmasa da büyük sıkıntılar barındırıyordu, -oldu.”

“Muhammed’in kendi ile ilgili sorunları sebebiyle meydana gelen sıkıntıları vardı,  ama oldu.”

“Olmaz bu deyip akıl verdiğimiz, burun kıvırdığımız, böyle şey mi olur dediğimiz kimin bir muradı varsa, oldu! En olabilecek hikâye bizimkisiydi, olması gereken her şey daha ortada biz yokken oldurulmuşken, olmadı.”

Alt dudağını üst dudağına değdirdi, derin bir nefes aldı;

“Oldurtmayan da Allah be! Ne de güzel oldurtmadı değil mi?”

Tebessüm ettim. Uzun zamandır bu anı bekliyordum. Onu tanıdığımdan beridir duygusal anlamda sarsıldığını, iradesini duygusunun arkasına attığını belki de hiç görmemiştim. Ama şuan kapattığı, üstüne topraklar atığı o kuyunun içinden gelen sesleri duyuyordum;

“Anlatacağız mı Pirim?”

“Anlatalım be Kamil…”

“Nereden başlayacağız?”

Bir anda neşesi yerine geldi. Çayından höpürdeterek bir yudum aldı.

“En baştan… Benden…”

“Kahramanı saklıyor muyuz, yoksa aşikâr mı?”

“Sen ne düşünüyorsun?”

“Şöyle ki Pirim, üçüncü bakış açısıyla anlatırsak okur olayla bağ kuramayabilir. Soğuk ve dolayısıyla durum bildiren, resmi bir anlatım doğurabilir. Aslında ne yalan söyleyeyim, ben de kestiremiyorum… Geçişleri iyi yapabilirsek kahraman ve ilahi bakış açısını beraber kullanabiliriz. Bu da bizim hikâyeyi daha içine girilebilir, daha da derinlikli kılabilir.”

“Ben teknik özelliklerini bilemem Kamil, orası sende.”

“Şunu gördüm Pirim, büyük hazırlıklar yaptığın kurguların çoğu anlamından kopup farklı bir hikâyeye dönüşüyor. Bu yüzden boş verelim şimdi bunu en güzel hikâye, yolda düzülen hikâyedir.”

“Orası sende ben bilmem.”

“O zaman Kahraman, yani sen, ben oluyorum Pirim!”

“Sen hep ben, ben hep senim Kamil…”

 

 Allah gökten su indirdi. (Ra’d Sûresi, 17)

(Kütahya, Hasbahçe Sitesi, Yıl; 2013, Mevsim Bahar)

Ön cepheye bakan pencerenin kenarındaki yatağından gerinerek uyandı. Saat on ikiyi geçiyordu. Huzurlu uyanış nedir diye sorsalar, uykunu almış bir vaziyette perdenin açık tarafından güneşin yüzüne vurarak ısıttığı o sıcaklıkla uyanmak diye cevap verebilirdi. Dünyanın en konforlu şeyi; ne zaman uyuyup, ne zaman uyanacağına vücudunun karar verdiği bir rahatlığa sahip olmaktı, o da bu zaman diliminin tadını çıkarıyordu. Bir süre yatağında oyalanıp, telefonuyla vakit geçirdi. Gözlerini ovuşturup, yatağının kenarındaki suluktan birkaç yudum su içti.

Camı açıp, odayı havalandırdı. Açık olan bilgisayardan yüksek sesli bir müzik açıp banyoya yöneldi.

“Kamil, alo, uyansana! Ben banyodan çıkana kadar çayı demle…”

Ev yine dağılmış; akşamki misafirlerden kalan çay bardakları, ağzına kadar dolu kül tabakları, berbat bir mutfak… Kamil, odasının kapısını açıp, mutfağa yöneldi. “Bu ne arkadaş ya, insan çöplerini toplar bari. Yiyip, içip gitti adamlar.” Taha’nın oda kapısını serçe itip, içeriye daldı; “Kalk lan, akşam yıkayacağım dedin, yine yıkamamışsın hiçbir şeyi. Kahvaltı yapacağız topla mutfağı, ben bakkala gidip geliyorum.”

Birbirleriyle hiçbir alakası olmayan üç adamın böyle bir evde kader birlikteliği yapması, Allah’ın hep de hikâyenin sonuna sakladığı büyük kudretinin işareti. Nasıl oldu diye düşününce anlamlandırması zor. Ama nedensiz esmeyen rüzgârın, nedensiz ötmeyen kuşun, nedensiz bitmeyen otun öğrettiğidir; nedensiz, neden bile olmaz.

Kamil, cüzdanını almadığını fark edip odasına yöneldi. Yatağının hemen yanında dede donuyla yatan Muhammed’e takıldı gözleri. Yine boş bulduğu bir yere kıvrılmış, yastık diye çanta, battaniye diye seccade örtmüştü üstüne. Evin devamlı elamanı değildi ama keşke devamlı elemanı olsa diye düşünmüyor da değillerdi. Evi kendilerinden çok kullanıyordu ama ne kira ödüyor ne de para veriyordu. Haftanın iki veya üç günü mutlaka buraya uğruyor, arada kendi evine de uğramayı ihmal etmiyordu. Hiç bitmeyen neşesi, bir gün bile yüzünden düşürmediği gülüşü ve hayat enerjisiyle ev ahalisinin ayrılmaz bir parçası olmuştu çoktan. Horultularına eşlik eden diş gıcırtmaları, huzursuz bacak sendromu yüzünden sürekli salladığı ayakları sebebiyle yanında uyumak, büyük bir eziyete dönüşse de alışmışlardı varlığına.

Muhammed’in uzandığı yerin üstünden atlayıp, masadaki cüzdanını aldı. Üzerinden tekrar atlayıp geçerken ayağını bilerek kafasına çarptırdı; “Kusura bakma kardeşim, uyandırdım.”

Gözlerini zar zor açıyordu.

“Madem uyandın, Taha’ya yardım et de şu mutfağı bir toparlayın. Ben bakkala gidip, geliyorum.”

Boğazını temizledi. “Saat kaç?”

“Öğlen okunacak hadi kalk.”

Kapıya doğru yönelip son kez ceplerini yokladı.

Yusuf seslendi: “Ekmek, domates, zeytin bir de yumurta al.”

“Tamamdır…”

Kamil ilk katın merdivenlerini inmeye yeni başlamıştı ki alt kattaki teyzenin kapıyı açmasıyla irkildi.

“Günaydın evlat, nereye böyle?”

“Günaydın teyzeciğim, bakkala uğrayıp geleceğim. Bir şey lâzım mı?”

“Yok, canım yavrum lâzım değil de senden bir şey rica edeceğim.”

“Buyur teyzeciğim, ne demek…”

“Evladım biz yaşlı başlı insanlarız, gece erken yatıp sabah namazına kalkıyoruz ama sizin bu seslerinizden dolayı epey rahatsız oluyoruz. Gençsiniz anlıyorum da belirli saatten sonra biraz daha dikkat etseniz şu seslerinize.”

“Haklısınız teyzeciğim, özür diliyorum arkadaşlarım adına sizden. Çoğu zaman dikkat ediyoruz ama bazen misafirlerimiz oluyor. Ben özellikle uyaracağım arkadaşlarımı.”

“Ya biz senden razıyız, kaç yıldır hiçbir sıkıntı yaşamadık da bu yeni arkadaşlarınla beraber epey ses olmaya başladı, eve kimin girip çıktığı da belli değil…”

“Tamam, merak etmeyin daha çok dikkat edeceğiz.”

Mutsuz ve çokbilmiş teyzenin kapısının önünden yeni bir şikâyet duymamak için gıdım gıdım ilerlemeye alışmıştı. Hani gürültü konusunda haksız da sayılmazdı, son zamanlarda evde sürekli misafir oluyor ve muhabbetin getirdiği coşku hali de sınırları aşıyordu. Bakkala doğru yol alırken evdekileri sağlam bir uyarmak gerekli diye düşündü.

Taha gergin yüz ifadesiyle odasından çıkarken bir yandan da bir şeyler mırıldanıyordu. Salonda Yusuf’la karşılaşmış, konuşmadan banyoya doğru yönelmişti. Yusuf araya girdi;

“Ne oldu oğlum ne mırıldanıyorsun kendi kendine…”

“Ya bu Kamil camışı, sabah sabah daha besmele çekmeden odaya dalıp, kalaylayıp gitti beni. Ulan akşam beraber oturup muhabbet ettik, ne zaman yıkayacağım bulaşıkları. Sanki zaman mı vardı?” Yusuf gülümsedi.

“Boş ver, kıllığı tutmuş yine…”

Mutfak toparlanmış, kahvaltı hazırlanıp yenilmişti. Keyif çayları yudumlanırken alt kattaki teyzenin uyarıları üzerine konuşmalar yapılıyordu;

“Teyzeye bak sen,  rahatsız olmasın diye ayağımıza pamuk takıp yürüyeceğiz ama yine de yaranamıyoruz kadına.”

“Oğlum son zamanlarda abarttık, kim olsa dün akşamki gürültüden rahatsız olurdu.

“Kardeş devamlı olan bir durum değil ki ayda yılda bir oluyor. Ona da dikkat ederiz ne yapalım…”

Yusuf muhabbeti böldü;

“Kapatın artık şu muhabbeti, sıktı iyice… Kamil, ben bugün kitap okumaya çıkacağım, gelecek misin benimle?”

“Pirim, ufak bir işim var sen geçersin, ben yanına uğrarım.”

“Ihlamur Çay Bahçesinde buluşalım o zaman.”

“Uygundur.”

 

Zihindeki Cızırtı

Saçlarına aynada son bir bakış atıp, çantasını kontrol eti. Bitmek üzere olan kitabının yanına, yeni bir kitap yerleştirdi. Masanın üzerinde bulunan kulaklıklarını ve güneş gözlüğünü de alıp, kapıya yöneldi. Sabahki neşesinden eser yoktu. Son zamanlarda zihnini meşgul eden düşüncelerden dolayı huzursuzluğu artmış,  elinde olmayan sebeplere bir çözüm yolu bulmak için çırpınıp duruyordu. Hayatı boyunca çoğu şey, onun müdahale etmesine gerek bırakmayacak kadar yolunda gitmişti. Maddi sıkıntılar yaşamamış, istediği çoğu şeye çok istemeden ulaşabilmişti. Karşılaştığı ufak tefek sıkıntılarla da mantıklı kişilik özelliğinin getirdiği pratikliği sebebiyle çözüm bulabilmişti. Fakat şuan yaşadığı sıkıntının ne pratik zekâsının ne de deneyimlediği tüm tecrübelerin çözümleyebileceği bir şey değildi.

Bu sıkıntı, beden fonksiyonlarının hâkimiyet alanıyla ilgili bir şey değildi çünkü. Sıkıntı, kalbinin tam da orta yerinde bağdaş kurmuş yumruk indirirken, karşısında gard alamayacak kadar çaresiz kaldığı bir sıkıntıydı. Çare üretememesi aslında hayatındaki sıkıntılarının tümüne çareyi, şuan içinde sıkıntı veren şeyin gücüyle aşmış olmasından. Sıkıntı çarenin kendisindense, tutunabilecek hangi dalı kalır ki insanın? Hani okyanusun ortasındasın ama susuzluktan ölüyorsun.  Hani toprağa ot olarak düşmüşsün de gül olma hayaliyle tutuşuyorsun… Her şeyin var ama o şey değil gibi bir şey…

Kulaklıklarını taktı. Düşüncelerini bir kenara bırakıp, rahatlamak istiyordu. Belediye sosyal tesislerinin içindeki patika yola sapıp, yürümeye başladı. Baharın güzelliği, içindeki hüznün durgunluğunu biraz olsun gölgeledi. Çam ve sedir ağaçlarının arasında cıvıldaşan kuşlar, dinlediği müziğinin sesinden daha güzel geliyordu. Kulaklıklarını çıkarttı. Kuşlar o ağaçtan bu ağaca uçuşuyor, ürkek bakışlarıyla yere konup bir şeyler arıyorlardı. Bunu tekrar, tekrar ve tekrar yapıyorlardı. Biraz daha ilerleyip Şen Vadi’ye bağlanan yolun sonunda, kırmızı yapraklı akağacın altına oturdu. Kuşların sayısı artmış, cıvıldaşmalar daha da serileşmişti. Uzunca bir süre onları izledi. Hareketsiz durursa, kuşların ürkmeden yanına gelebileceklerini düşünüyordu ama bu durum, kuşların çok da umurunda değildi.

Sırtını ağaca yaslayıp gökyüzüne baktı. Ferahladı. Bulutlar ara ara ince bir sis bulutu gibi gökyüzünde asılı duruyor, güneş tatlı sıcaklığıyla içini ısıtıyordu. Başını eğip, derin bir nefes aldı. Kırmızı yapraklar arasında hareket eden salyangoza takıldı gözleri. Salyangoz ardında bıraktığı izlerle yavaş yavaş ilerliyordu. Salyangoz, o kadar yavaş ilerliyordu ki hipnoz olmuş gibi gözlerini ondan alamıyordu. Salyangoz, hızına yetişemediği hayatının inadına yavaşlıkla ilerliyordu. Geçen onca yılı, ardından bıraktığı izleri düşündü…

Salyangozun yavaş hareketleri bir süre sonra canını sıkmaya başlamıştı. Onu alıp, gideceği yere kadar bırakmak geçiyordu içinden. -Bu salyangoza yapılmış bir iyilik miydi?- Hayatın içinde her şeye müdahale etme yetkisini kendinde cüretsizce bulan insan, sonunu kestiremediği her sebebin kasti müdahiliydi. Netice insanın elinde değildi. Netice; “Kaderini belirleyen sebeplerden sorumlusun ama mutlak sonuç benim elimde!” diyen gücün sahibindeydi. Bu yüzden insan, çoğu zaman dokunduğu şeylerin güzelliğini bozmaktan başka bir işe yaramıyordu.

O salyangoza dokunacakken, salyangoz ona dokunmuştu. Yolunu biraz daha uzattı. Yol uzasın istiyordu. Hayat yavaşlasın. Maksada ulaşmak için hırslandığı tüm duygular sakinleşip, durulsun. Şehitlik Cami’nin önünden geçerken saatini kontrol etti. Abdesti varken ikindi namazını kılmak istiyordu. Cami avlusundan geçip, içeriye yöneldi.

İçeride dağınık halde on, on iki kadar ihtiyar ve önünde rahleyle oturmuş imam vardı. İmam hararetle bir şeyler anlatıyor, cızırdayan mikrofondan gelen sesler cemaatin ilgisini pek de çekmiyor gibiydi. Çantasını duvara asıp, en arka safa oturdu. Ezana az bir süre kalmıştı. İmam önündeki kâğıda bakıp boğazını temizledi:

“Allah Teâlâ âyet-i kerime de söyle buyurmuştur: ‘Allah gökten bir su indirdi de her vadi (ve dere) kendi miktarınca akıp, su ile doldu’ (Ra’d, 17). İbn Atâ (kuddise sırruhû) demiştir ki; ‘Allah gökten su indirdi, âyetiyle Allah, kullarına bir misal vermiştir. Şöyle ki: Bir yerde sel olduğu zaman, selin aktığı dere ve vadilerde hiçbir pislik kalmaz, sel suları bütün pislikleri silip süpürür. Aynen bunun gibi; Allah’ın kullarına taksim ettiği nur, o kimsenin içine aktığı zaman; onda gaflet ve karanlık bırakmaz, temizler gider.’”

(Devam edecek…) 

Enes Can

 

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • Rızk çay ocagi , 06/04/2023

    Herkesin bir hikayesi vardır ve bunu yazacak bir kalem lazımdır,betimleri okurken Mustafa kutlu nün Anadolu’nun yeşil bir kasabasında yürüyor gibisin ve sonunun ‘burası dünya burada her şey yarım kalır ‘sozune çıkacağına bilerek okursun devamını sabırsızlıkla bekliyorum

  • Mirror , 06/04/2023

    Emin Gürdamur’un bir öyküsü vardı, aynı böyle ev arkadaşları arasında geçiyordu.
    Onun gibi mi bitecek acaba diye heyecanlı heyecanlı okurken, daha sonra devam edecek olması bir miktar üzdü.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir