Cemil Amca’nın Kütüphânesi ve Deli Sinan

 

“O sabah sekiz gibi beni aradı. Ben de o gece sabaha kadar çalışmıştım, sağlam bir uyku uyumayı düşünüyordum. Telefonu açtım, dedi ki; ‘Ben yanlışlıkla seni mi aradım? Çok hastayım.’ Ben de dedim ki; (hafif tebessüm ederek) ‘Hastaysan geçmiş olsun.’ Telefonu kapattıktan sonra beş dakika oturdum. Vicdanım rahat bırakmadı. Dedim ki kendi kendime, şimdi bu adama bir şey olursa vebali boynuma kalmasın. Atladım arabaya yanına gittim. Avluda oturuyordu. Baktım ki durumu gerçekten kötü. Ağzından kan geliyordu. Anahtarını istedi. Getirdim. Dış kapıyı kendi elleriyle kilitledi. Çıkarken yan taraftaki bakkala dedim ki; yakınları varsa çağırın, durumu iyi değil. Hastaneye gittik.  ‘Ölüyorum’ dedi. Ben de (yine tebessümle)  ‘öl işte, daha ne istiyorsun?’ dedim.

Pazar günüydü. Dâhiliye uzmanı gelmeli dediler. Gittim, doktoru alıp geldim ki; kalp masajı yapıyorlar. Öyle gitti… Sonra polis geldi. Kimliğini falan arıyorlardı. Gömleğinin cebinden kimliğiyle beraber dört bin lira çıktı. Keşke bize deseydi, onun adına hayır yapardık. Deli bir kardeşi vardı, neydi adı? Hah, Sinan. O alıp gitti hepsini. Sonra evi vardı. Hele kütüphanesi. Ne oldu kim bilir? En iyi müşterimdi. Ne zaman yeni bir kitap gelse, ilk o alırdı…”

Bugün iki eski dostu böyle yâd ettiler Cemil Amca’yı. Birer Fatiha, güzel dualar… Şu kubbe altında hoş sada bırakanlardandı Cemil Amca. Bu dünyaya gözleri ela bir yar için ah-u figan etmeye gelenlerdendi. Ağacın altında dinlendikten sonra edebiyle yoluna devam edenlerden…

İki yıl önce yaz tatilinde memlekete gelince sormuştum Cemil Amca’yı. Vefat etti dediler. Bir önceki yaz vefat haberini aldığım yakın arkadaşım İbrahim’den sonra bu haber de uzun sükûnet sebebi olmuştu benim için. Demek böyle olacaktı. Buraya her geldiğimde daha dünmüş gibi şurada oturanların haberini yine orda alacaktım. Haliyle oradaki hatıraları film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden. Ölen bir başkası da olsa, bu küçük sinema ölümün son raddede oynamaktan zevk aldığı tatlı bir oyundu galiba.

Altmış yaşlarındaydı. Yaşın kemaliyle ömrün kemali arasındaki orta çizgiyi geçeli hayli olmuştu. Hiç evlenmemişti. Rivayete göre birini sevmiş. Ailesi kızı vermeyince de aşkın sıdkına ömürlük gülümsemiş. Kimsesi yoktu. Deli Sinan’dan başka. Ya da biz bu kadarını biliyorduk. Biri gafletle yalnızlığından dem vursa;  siyah gözleriyle kitapları süzer, tebessüm ederdi herhalde.

Ne zaman bizim tayfayı bir arada görse, bir ellilik çıkarır, ‘Haydi bi yemek yapın da yiyelim’ derdi. Sonrası çay, muhabbet…  Her haliyle deryaydı. ‘Nasılsın Cemil Amca?’ diye soranlara dilinden hiç düşürmediği duayla cevap verirdi. Pehlivan gibiydi. Yürüdü mü duvarlar edebe geçecek sanırdım. Uzun boyu, yapılı vücudu, kalın kaşları, kar beyazı sakalları, en çok da keskin ve tesirli bakışlarıyla bir heybet abidesi gibi gezerdi. Cam raflı kitaplığın önüne geçer, uzun uzun kitapları izlerdi. Kitaplarla halleşmek bu olsa gerek derdim onu böyle görünce. Kitapların ilim sandığı olmasının yanında kitap ilmi diye bir şey vardı. Bildiğim bir şey varsa; her ilim talibini önce imtihan eder sonra kendini açardı. Zannımca kitaplar da Cemil Amca’ya kendi ilmini açmıştı.

Bu bilgeliğin yanında tevazuundan hiç ödün vermemesi apayrı bir meziyetti. Ömründe tek sayfa okumamış biriyle bile otursa okumayanı, bilmeyeni küçümsemezdi. Gençlerin susması edepten yaşlıların susması kalenderlikten gelir.  Suskunluk da Cemil Amca’da değerli bir tablonun altına atılmış paraf gibi dururdu. Ama konuştu mu yan taraftaki kitaplar bile dinlerdi sanki. O konuşurken,  onu, evinde kitaplarının önünde askerleriyle övünen bir general edasıyla durmuş şekilde hayal ederdim. Heyecanla konuşmaya başladı mı yüzyılların sesi, mürekkebin isi dolardı odaya. Gür sesi, seri konuşması, yaşına galip çevikliğiyle dikkatleri üzerine toplardı. Ve en çok garipsediğim; hiç aşktan bahsetmemesiydi. Onun bu konudaki suskunluğu ise şairin dizelerinde gizliydi galiba: “Bilen söylemez, söyleyen bilmez!” Nasıl geçindiğini ise kimse bilmezdi. Böylece tanımayanlara ardında konuşacak bir konu, deli kardeşine sağlam miras bırakmıştı.

Dört bin lira iyi paraydı bu zamanda. Hem nerden baksan elli altmış bin ederi olan evi vardı. Ya kütüphane?  Deli Sinan ne yapmıştır kim bilir? Bunu düşünür düşünmez sahne canlandı gözümde: evin önüne çekilmiş bir kamyonet. Kâğıt niyetine kilo hesabı satılan kütüphane. Kilo hesabı bir kütüphane!

Cemil Amca’yı tanıdınız mı? Ey Mualla Cazibe, Şebap Mıski, Mansur Üftade ve diğerleri! Uyanın artık bu güzelim uykudan, bu derin yalnızlıktan. Benliğinize nasır gibi yapışan mücadelenin buğusunu silin gözlerinizden.  Bu gidişle hepimizin dostlarına bir kantarda paha biçmeye kalkacaklar. Bu sihirli dünyanın başrollerine bu muameleyi yapma hakkını kimden alıyoruz ki? Öyleyse,  bir ucuyla baktığı her yerde ölümü arayan gözlerinizi biraz yukarı kaldırıp Deli Sinan’lara bakın lütfen. Ne kadar çoklar değil mi? Kadıköy’e indiğinizde mesela, ne kadar kesif Deli Sinan kokuyor!

İyisi mi ölmeden önce yakınız tüm kitaplarınızı. Ya da şairin sesine kulak veriniz: “Aşk değil mi cevabı çıldırtan bilmecenin?

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir