Kerim Kolat, bizi çocukluğumuza götürdü…
***
…
Gülüşmeleri kesildi. Önlerine bakıp, iç geçirdiler. Mahmut, kâkülünü arkaya yatırıp bir sigara daha yaktı.
“Dur dur, onu da anlatayım” dedi İbrahim heyecanla. Gözleri çakmak çakmak olmuştu. “Vaktin var değil mi?” Bunu sorarken, lütfen olsun der gibiydi.
“Ne demek, her zaman tabiî ki de. Bunca zamandır bugünü bekledik be kardeşim” diyerek soluk verdi iri bakışlı adam.
İstekli hâli İbrahim’i de keyiflendirmişti. İki orta kahve söyledi. Kehribar tespihi masanın üzerine boylu boyunca uzattı. Başını önüne omzuna düşürüp; yeni bir hatıranın perçemini kaldırdı.
Sadri’nin dediği gibi yetmiş dokuzun kışıydı, sertti, soğuktu işte.
Yeniden gülüştüler.
“Ohoo şâirliği bırakmadık hâlâ öyle mi?”
“Yok, yahu biz kim şâir olmak kim.”
“Hadi hadi. Sen o günlerde de yazardın matematik defterinin arasına bir şeyler.”
“Çocukluktu onlar. Neyse, dur lafı değiştirme” deyip konuşmaya devam etti.
“O gün erkenden uyandık ağabeyimle. Heyecandan kabanlarımızı bile giymedik. Üzerimizde mintanlarla koşar adım fırına yollandık. Elimizde bir kasa. Bildiğimiz plastik mavi kasalar vardıya onlardan. Sokaklar dağ bayır. Kar olmuş bir metre. Her yer buz tutmuş. Düşmemek için birbirimize tutunmaya çalışıyoruz ama nafile. Ağabeyim, baktı ki olmayacak; ‘kayarak gidelim olmaz mı’ dedi.”
‘Annem kızmasın’ dedim.
‘Yok kızmaz. Hem nereden bilecek ki.’ dedi.
‘Peki’ dedim. Başka bir çaremde yoktu.
Kasanın içine tıkıştık. Önde ağabeyim arkada ben. Allah’a emanet kaydık. Kahkahalar havada uçuştu. Ağabeyim önde ‘çarpacağız oğlum, çarpacağız’ diye bağırıp dururken, benim dünya umurumda değildi. Açtım kollarımı, göğe doğru körpe gülücükler salladım. Elimi karlara vurdum.
Vesselam, fırına ulaştık.
Kuyruktakileri umursamadan öne atlayıp kırk tane ekmek istedik.
Kırk mı?
Kırk.
Fırıncı Kemal usta, -simasını hayal meyal hatırlıyorum sinirli bir adamdı ama- şaşkın şaşkın baktı bize, ama bir şey de sormadı. Yirmi beşlik kasaya kırk ekmeği o gün nasıl sığdırdık bilmiyorum. Güç bela eve döndük. Kasayı mutfağın ortasına koyduğumuzda parmaklarımız yumuk yumuk kalakalmıştı soğuktan.
Annem biz gelene kadar çemeni çoktan hazırlamış. Koca bir leğene doldurmuş. Öyle keskin bir kokusu var ki deme gitsin. El kadar iki ekmeğe ala çala sürüp bir güzel yedik. Annem, gözleri ışıl ışıl olmuş gülümsüyordu. Ah annem ah! O günler geldikçe aklıma burkuluyorum bazen. Babam hep derdi, ‘oğlum kadınlar ne kadar güçsüz olsa da anneler güçlüdür’ diye. Öyleydi, güçlüydü. Ve hep öyle de kaldı.”
Kahvesinden bir yudum alıp devam etti.
“Vakit kaybetmeden odanın ortasına sofrayı yaydık. Ekmekleri dörder parçaya böldük. Çorba kaşıklarıyla dayandık çemene.”
“Neden kaşık, bıçak yok mu?”
“Bıçak kâfi değil, kaşığın tersiyle daha kolay sürülür.
Sonra bayağı uğraştık. Ekmekleri çemenledik. Hepsini tek tek gazete kâğıtlarına sardık. Ee tezgâh nizamî olmalı. Müşteri imrensin, canı çeksin? Hepsini, itina ile sepetlere dizdik. Annem üst üste giydirdi kıyafetlerimizi üşütmeyelim diye. Nasıl giydirmesin, para yok, doktor yok, iş yok. Hasta olup da iş açmamalıydık babamın başına.
Sonra, büyük sepeti ağabeyim, orta boyluyu da ben taktım koluma. ‘Haydi, Bismillah’ dedi bizim ki. Gocuklara sarılıp bayır aşağı sallandık. Bir soğuk var sorma, donuyoruz. Az ilerledik ki yukarıdan at arabacı Hasan geliyor. Zayıf, kuru bir adam. Teneke falan toplar hurdacılara satarak geçinirdi. Çok konuşmazdı kimseyle. Gizemliydi. Hep düşünmüşümdür, böyle sus pus insanlar nasıl yaşar diye. Ne bileyim insan birileriyle dertleşmeli, içini dökmeli. Yalnız olamamak da bize mahsus değil mi? Lakabı vardı bir de onun, şeyy hatırladım; Kömürcü Hasan. Neden öyle denirdi bilmiyorduk. Bilemedik de. Akşamları evine dönerken arabasının arkasına asılır, kasaya binmeye çalışırdık. Çoğu zaman içimizden birkaçı kamçısından kurtulamazdı. Ben de çok yedim. Hele bir de o musibet yalar geçerse çıplak kollarını, acısından uyuyamazdın. Günlerce yanardı değdiği yer. Annem yoğurt sürerdi. Biz uyuyana kadar, sedire uzanır beklerdi. Çok geçmeden öldü kömürcü Hasan amca. Akşam vakti yolda giderken bir turist otobüsü fark etmemiş onu, frene dokunmaya fırsat bulamadan silmiş süpürmüş atıyla beraber. Unutuldu gitti işte.”
“Sen unutmamışsın işte! Kaç sene sonra anımsıyor, anlatıyorsun.”
“Bana bakma. Bir benle olmuyor ki!”
“Unuttum. Nerde kalmıştık.”
“Hasan amca yukarıdan geliyor demiştin.”
“Heh.
El ettik durdurduk. Aldı bizi arabaya.
‘Nereye gidiyorsunuz köftehorlar?’ dedi
‘Maça gidiyoruz, çemen ekmek satmaya’ dedim.
‘Aferin aferin çalışın’ dedi ve yol boyu başka bir kelam etmeden ilerledi. Stadyumun yakınına bir yere geldiğimizde indik.”
“At arabası kaymıyor muydu peki, her yer buz diyorsun.”
“Kaymaz. Sonbahardan kışa yalpalarken ağaçlar, nalları değiştirilir atların. Bir de tekerlerin altına kızak gibi bir şey koyarlar. Balata gibi, hızını kesiyor arabanın.”
“Hımmm”
“Sonra, stadın önüne geldik ama sorun büyük. İçeri nasıl gireceğiz?”
“Bak şimdi. Eee?”
“Birilerine gidip yardım istemeye de korkuyoruz. Hatırlarsın sıkıntılı yıllardı. Polis her gördüğünü arıyor, kızıyor bağırıyor çağırıyor. Jandarma desen aman aman. Korkuyoruz biz de çocuğuz ya. Sus pus bekledik biraz. Göbeği paltosundan taşmış birisi geldi. Tanıyordum adamı, taksiciydi sarı bir Renosu vardı. O zamanlar havalı meslek tabiî taksicilik Mahmutcuğum. Arabası var adamın daha ne olacak.
Yaklaştım. ‘Amca bizi içeriye aldırır mısın?’ dedim.
Biraz düşündü, saatine baktı. Neden saatine bakmıştı anlamadım.
‘Oğlum’ dedi ‘tek kişi olsanız tamam da, iki kişiyi nasıl aldırayım, turnikeye ben zor sığıyorum.’
Haklıydı adam, düşünememiştim. Biz ağabeyimle iki göz evde bir küçük yer yatağına sığarken, demek ki tek başına turnikelere sığmayanlar da varmış.”
(Gülüşüyorlar)
“Hiç bir şey demeden yoluna devam etti. Ağabeyim ulan seni var ya deyip saydıracak oldu ki, geri döndü adam. Eliyle yanına gelmemizi işaret etti. Ben gittim. Çıkardı cebinden beş milyon lira verdi, dün gibi aklımda. Bilet alın bununla içeri girin. Sizi içerde görmezsem çarkınızı yakarım, parayı alıp kaçmayın dedi.
Böylelikle, girebildik.
Maç başlamak üzere. Tribünlerde seyirci az. Olanlar da birbirlerine yanaşmış, kuş sürüleri gibi bekleşiyorlar. Ses seda yok. Şenlikli taraftardan eser yok. Sanki kollarından zorla tutup maça getirmişler. Biz işe koyulduk. Ağabeyim önde ben arkada bir baştan öbür başa gidip geliyoruz. Yoruluyoruz tabiî. Ara sıra merdivenlere oturup dinleniyor, sonra devam ediyoruz. Ara ara ağabeyimim titrek sesi işitiliyor;
‘Çemen ekmeeeeek.’
O bağırdıkça ben garipsiyorum, utanıyorum, sıkılıyorum ne bileyim işte ilk kez böyle bir şey yapıyoruz. Öbür yandan gözüm maçta Bilader. Hastalık bende futbol bilirsin.”
“Bilmem mi!”
“Futbolcuları yakından falan görüyorum ya aman Allah’ım aman. Gözüm maçta, aklım evde sobanın yanında, çemen ekmek koynumuzda…”
“Alan olmuyor mu peki?”
“Olmaz mı? O zamanların fast-food’u çemen ekmek! Döner yok o yıllarda, hamburgeri kim tanır? Devletçi ekonomi. Halk aç mı aç. Tüp kuyruğu, yağ tenekeleri, politikacılar, dövüş-kavga, ölüm-zulüm gırla gidiyor.”
“Hızlı zamanlar yani.”
“Hem de nasıl?
Düşünsene; iki arkadaş kol kola sinemaya gider, film çıkışı bir güzel birbirlerini döver sonra da hiçbir şey olmamış gibi evlerine dönerlerdi. Diğer gün yine aynı terane. Biri sağcı biri solcu, arkadaş ulan bunlar. Ama parti pırtı ciğerlerine işlemiş, gözlerini kör etmiş naparsın.
O zamanın fast foodu dedim ya işte. Çıtır çıtır satıyoruz. Ağabeyim ara sıra paraları sayıp istifliyor, ‘Sen de bağırsana ulan sesim kısılacak.’ diyor.
Ama ben sürekli sessiz, çıt yok.”
“Neden?”
“Utanıyorum.”
“Hay Allah işe bak sen.”
“Sorma yahu.
İstanbul’a göç edene kadar çekingen büyüdük. Garibanlık işte. Yeni yetme gençler buna eziklik diyor. Hâlbuki bunu diyenler yokluk görmediler. O zamanlar hayatı annemizin kucağından, sobanın sıcağından ibaret zannediyorduk. Büyükşehir gözümüzü açtı.
Birkaç kez daha uyardı ağabeyim, sonra uyarmadı.”
“Ne yaptı?”
“Omuzuma sağlamından bir yumruk iliştirdi. Kolum çıktı sandım. Korkumdan ağlayamadım da. Sıktım dişimi kaldım öylece. Eve gidene kadar içimden inledim.”
“Sonra?”
“Ekmekleri bitirdik. Bir tomar paramız oldu. Eve döndüğümüzde hava kararmak üzereydi. Annem tarhana yapmıştı hiç unutmuyorum, bir de patates yemeği. Parayı ona verdik. Tamı tamına üç yüz otuz iki milyon lira. Eski parayla tabiî. Yemeği bir güzel yedik. Sobanın üzerinde kabak çekirdeği kavurduk sonra. TRT’de Bizimkiler dizisi başlamıştı. Çok severdik; Huysuz ve cimri apartman yöneticisi Sabri Bey, Kapıcı Cafer, Meraklı muhasebe müdürü Ergun, Tak Tak Sedat hani internetten cızzz, Baykuş Cemil, Halil Pazarlama… Vakit ilerleyince hafta sonu banyosunu yaptık. Sobanın üzerinde güğümlerde ısıtıldı su. Maşrapa ile kaynar suyu başımızdan aşağı yedik. Arap sabunu gözümüzü yakmadı desek yalan olur. Ah-uh etsekte annem; ‘Mikrobunu kırar, bir şey olmaz deyip’ devam etti köpürtmeye.
Yorulmuşuz, minderin üstünde uyuyup kalmıştık. İşte böyle.”
“Mahmut ellerini dizine vurup; ‘Böylelikle İbrahim beyin büyük ticaret yolculuğu başlamış oldu öyle mi?’ diye odanın tek sesliliğini kırdı.”
“Ticaret hayatı demeyelim ona, hayat mücadelesi desek daha doğru olur. “
“Hayırlısı, hadi ruhlarını birer Fatiha yollayalım, kulaklarını çok çınlattık.”
“Haydi Bismillah.”
11 Yorum