Çalacak Kapısı Olmayanların Tutunduğu Çınarsın Sen

Sirkeci yokuşunda bir kitap kolisi, ağır ağır ilerliyordu. Sırtına bindiği adamın alnındaki ter damlaları rüzgârı cilalarken; adının Cemal olduğunu tahmin ettiğim bir adam geçiverdi yanından. Adı başka bir şey de olabilirdi; fakat ne önemi vardı? Üzerinde hafif tozlarıyla açık mavi bir gömlek, lacivert bir pantolon ve siyah çoraplarla yürüdü geçti. Bakışlarımı bu adamın üzerine mıhlayan, hem sıradan hem garip oluşuydu. Kılık kıyafeti normal, yürüyüşü kusursuz, suratı ifadesizdi. Hepimiz gibiydi biraz. Ama ayakkabısı yoktu işte. Bir adamın neden ayakkabısı olmazdı?

Cağaloğlu’na vardığında Sultanahmet’in ara sokaklarında turist avlamaya çalışan çığırtkanlar lokantalarına davet etmekte tereddüt ettiler. Ayakkabısız bir insana ne kadar güvenilebilirdi ki? Sarhoş muydu? Parası var mıydı? Belki bir kavganın ortasından kaçmış, birazdan düşmanları onu yakalayacak ve büyük bir patırtı kopacaktı, tam da işlerin açılmaya başladığı şu dönemde.

Cemalin bakışları yerdeydi. Siyah saçlarının perçemi, bir adımında gözünün önüne düşüyor, öteki adımını atarken hafif rüzgârın etkisiyle havalanıyordu. Tramvayın zili çalarken, Alman bir turistin şuh kahkahası taradı saçlarını. Sırt çantasıyla bir genç, tramvaya yetişmeye çalışırken belli belirsiz bir omuz attı. Ruh gibiydi Cemal. Şu keşmekeşe hiç mi tepki göstermez insan? Mutlu değilse bile en azından rahatsız da mı olmaz? Olmuyordu.

Çemberlitaş’a vardığında Kubbealtı’nın önünde durakladı. Bir süre taş duvarı seyrettikten sonra başını önüne eğip yokuş yukarı devam etti. Modern dünya, Cemal’i çepeçevre sarmış, en ışıklı mücevherlerini saçıyordu. Cemal bu ışıltıya ne kadar kayıtsızsa, ben o kadar büyük bir merak içerisindeydim. Bu kadar sıradan bir adamın ayakkabısı neden olmazdı? Üzerinde yırtık bir ceket olsa, biraz saçı sakalı uzamış olsa muhtemelen hiç garipsemeyecek, kim olduğunu, nereye gittiğini düşünmeyecektim. Hatta uzun zamandır yıkanmamaktan kokmuş olsa, tedirgin olacak, yanından geçerken biraz uzaklaşacak, belki adımlarımı hızlandıracaktım. Bu zamanın karakteri benim adımlarıma bilenmiştir çünkü, bir insanın kokusu benim zihin dünyamda kriminal kodlarla işlenmiştir. Bu zamanın ve bu şehrin aynı imbikte damıtılıp vücut bulmuş halidir benim zihnim.

Cemal’i kodlayamamam da bundandır. Benim çağdaş terimler sözlüğümde ona dair bir kalıp bulamıyordum. Kim bilir ne zaman ve nerede bıraktığı ayakkabısı, bendeki bütün şekilleri yerle yeksan ediyor, sabun köpüğünden zayıf mukavemetiyle yıkılıp boşluğa dönüşüyordu. Siyah çoraplarıyla arşınladığı Babıâli yokuşunun her bir kaldırım taşını ezbere bilen ben, kendimdeki boşluğa düşüyordum. Korunaklı dünyamın işlemeli surları bir bir yıkılıyor, bu adamı tanımlayamamakla güvensiz bir bahçede, bakımsız çalıların ortasında buluyordum kendimi. Zihninden geçenleri okuyabilsem belki de bende karşılığı olmayan bir kalıp daha oluşturacak, bir daha düzgün giyimli fakat ayakkabısız birini görünce yanından yürüyüp geçecektim.

En büyük arzum, birazdan telefonunun çalması, cebinden çıkardığı pahalı bir telefonda birisiyle sinirli bir şekilde konuşmasıydı. Böylece, tüm bu garip tavrının anlık bir sinirden başka bir şey olmadığını anlayacak, tüm tedirginliğim geçecekti. Fakat Cemalin tavrında sükûnetten başka bir şey yoktu. Hele modern insanın bunalımından zerre iz yoktu.

Bir zamanlar, kendi elleriyle buhran zindanları inşa edip içinde yıllarını geçirmiş biriydim ben. Sorsan, kaybetmek üzerine saatlerce nutuk atar, insanlardan kaçmanın erdemini anlatırdım uzun uzadıya. Bu adam kaybetmiş biriyse onu bir bakışta anlamalıydım. Belki de beni içinden çıkamadığım, kontrolü eline geçirmiş bu hikâyede esir eden, vaktiyle diktiğim buhran kulelerinin, aslında güvenli bölge olduğunu en başından beri bilmem, anca orada alacak bir nefeslik hava kalmadığında bunu kendime itiraf etmiş olmamdı. Ve şimdi karşımda “Bu hayat anlamsız, neden intihar etmeyeyim?” yapmacıklığından uzak, sıradan hayatı elinin tersiyle itip köşeye çekilmemiş, sokakta yaşamadığı çok belli olan fakat garip bir şekilde normal de olmayan bu adamın peşindeydim. Bana öyle geliyordu ki; gerçek bir acı, boynuma geçirdiği kementle beni peşinden sürüklüyordu.

Bu maceranın daha ne kadar uzayacağından habersiz Vefa’ya kadar takip ettim Cemal’i. Geçtiği sokaklarda ona bakanlar da oldu, onun baktığı binalar da… Bir şey arıyor gibiydi ama baktığı yerlerde bulamayacağından çok emindi. O an bir ışık parladı zihnimde; bu adam kaybolmuş olmalıydı ve mutlaka evini arıyordu. Akli dengesini yitirmiş bile olabilirdi. Kim bilir yakınları nasıl bir çaresizlikle onu arıyor, gidebileceği muhtemel yerlere bakıyorlardı. İlk fırsatta yanına yaklaşıp konuşmam şarttı artık. Fakat durmuyordu Cemal, öylesine sessiz, öylesine kararlı, önüne kattığı ne kadar anlamsız bakış varsa toplayıp gitti Ebu’l Vefa hazretlerinin kapısına kadar.

Kapıda diz çöktü, ellerini yüzüne sürdü. Başını göğe kaldırıp seyretti bir müddet. İçeri girdi. Yan yana kabirler sıralanmıştı. Yalpalayarak yürümeye çalışıyor, sağa sola açtığı ellerini belli belirsiz sallıyordu. Sonra bir hıçkırık sesi yükseldi. Gecenin karanlığında göğü delen bir yıldırım gibi derin ve tiz bir çığlık. Ağaçlardaki kuşları ürperten, karıncaları telaşlandıran bir ah… Dizlerinin bağı çözülmüş gibi bir mezarın üstüne yüzükoyun bıraktı kendini. Başını kollarının üzerine yaslayıp öylece kaldı. Açık mavi gömleği, lacivert keten pantolonu ve siyah çoraplarıyla Cemal, bir kabrin üzerinde yüzüstü yatıyordu.

Boynumdaki kement iyice sıkışmış, boğazımdan aşağı dikenli bir teli çekiyorlardı. Zifiri karanlık bir zindanda kapana kısılmıştım. Bir mezarlıkta hayatın resmini çizmiştik hep beraber: mezarda yatan ölüler, tüm hayat belirtileriyle ben ve iki dünya arasında Cemal.

İşte böyle… Dünyanın tüm şehvetiyle kendini pazarladığı Sirkeci yokuşunda başlayan serüvenim, İstanbul’un en eski yerinde, Vefa’da bir kabristanda son bulmuştu. Yüzüme ayna tutabilsem; dilenen bir çocukla hayatında ilk kez karşılaşan zengin bir ailenin çocuğunun bakışlarını okuyacaktım gözlerimde. Öylesine iki uç dünya arasında kalmış, gökdelenlerin arasından başımı uzatıp ötedeki hayatı görmüştüm. İki hayat arasında gidip geliyordum.

Cemal konuşmaya başlamıştı. İki hıçkırık bir kelime, iki hıçkırık bir kelime…

“Her kapı kapandı yüzüme, yıkıldı dağlarım.
Çalacak kapısı olmayanların tutunduğu çınarsın sen.
Sana geldim, beni sen al…”

İbrahim Halil Aslan

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir