Gözyaşları hıçkırıklarına karışmış halde deliler gibi koşuyordu. Nefes alıp vermesi o kadar hızlıydı ki, minik kalbi sanki göğüs kafesinden fırlayacaktı. Su arkının kenarındaki patika yoldan tarlaya atlarken yere yuvarlandı. Üstü başı toza bulanmış, yerden kalkan toz bulutunun içinde kalmıştı. Kollarının sıyrıldığını görüp acıyı hissedince kendini iyice bırakıverdi.
– Baba, baba!
Gözyaşlarını tozlu elleriyle silerken önünü görmeye çalışıyordu. Çadırların olduğu tarafa baktı, kadın ve çocuklar kendi çadırlarına doğru koşuyorlardı. Döndü, tekrar koşmaya başladı.
– Baba, Mehmet abi!
Alt tarlanın başında traktöre yükleme yapanlardan biri kendilerine doğru koşan küçük kızı görünce seslendi.
– Mehmet, bu senin kardeşin değil mi?
Mehmet yerinden fırladı, koşa koşa kardeşine ulaşırken, küçük kızın halini görünce kötü bir şeyin olduğunu hissetti.
– Zeynep, ne oldu, ne oldu?
– Bebek, bebeğe bir şey oldu, annem çağır dedi.
– Sen bekle burada!
Döndü, tarla ucunda çalışan işçilere doğru bağırarak koşuyor, el kol işareti yapıyordu.
– Baba, baba!
İşçilerden sesi duyan birkaç kişi hareketlendi.
– Duran abi, bak hele, bir durum var.
Duran, elindekileri yere attı, oğluna doğru hızla yürürken ileride kızını görünce, durumu hayra yormadı.
– Ne oldu oğlum, ne var?
– Bebeğe bir şey olmuş, annem Zeynep’i göndermiş.
Duran, lafın gerisini duymadı bile, tarlaların arasından koşmaya başladı. Oğlu arkasında, çalışanlardan birkaç kişi de peşinden koştular. Küçük oğlu, korku içinde, kız kardeşinin elinden tutup peşlerine düştü.
– Ne olmuş yahu!
Arkadakiler hem koşuyor, hem soruyordu ama kimse kimseyi görmüyor ve duymuyordu. Atılan adımlar kısa geliyordu. Her zaman çalıştıkları tarlalar, on kat, yirmi kat büyümüştü âdeta.
Duran, koştukça, içindeki korku büyüyor, boğazı kuruyor, nefesi tıkanıyordu. Acizliğini biliyor, çaresizlikle dualar sıralıyordu.
– Ya rabbim, ya rabbim!
Çadırlarının önünde kalabalığı görünce, düşünmek istemediği şeylerin olduğunu fark etti. Bebeklerinin iki gündür ateşi düşmemişti, annesini emmiyor, kıpırdamadan yatıyor ve hiç tepki vermiyordu. İki günde eriyivermişti. Eşi, doktora götürelim, dese de, işlerin yoğunluğu nedeniyle ertesi güne ertelemişti.
Eşinin feryatlarını duyunca boğazı düğümlendi, ortalık bulanıklaştı, kalp atışları hiç olmadığı kadar zorlamaya başladı. Hızını kesmeden çadıra daldı. Eşi, bebeğini kucağına almış, feryatlar içinde ağlıyor, saçını başını yoluyordu.
– Ne oldu, ne oldu?
Tek diyebildiği buydu. Soru mu soruyor yoksa ağlayarak mı konuşuyordu. Eşinin önüne çöktü, korka korka bebeği almak istedi. Eşi öyle sıkı tutuyordu ki, bir türlü alamadı.
– Gülsüm, Gülsüm, ver, Gülsüm, çocuğu ver bana!
Sesi titriyor, ağlıyordu, sesini alabildiğince yükseltti.
– Gülsüm, Allah aşkına bırak, Gülsüm, bırak Gülsüm!
Büyük oğlu, diğer işçilerle koşarak çadıra girdi.
– Anne, baba!
Gelenler, eşinin kollarını açarken, bebeği zorla alabildi. Yere yatırıp kalbini dinledi, yüzüne su serpti, salladı. Bebek hareketsizdi, kucağına aldı, yüzünü tokatladı.
– Biz hepsini yaptık Duran abi!
– Niye hareket etmiyor ya? Niye böyle cansız?
– Başın sağ olsun!
Bebeği bağrına basarken, sarsıla sarsıla ağlıyor, öpüyor, kokluyordu.
– Allah’ım, Allah’ım, aman Allah’ım!
Komşular, küçük oğul ve kızı çadır dışında tutmaya çalışsa da, ağlaya ağlaya çadıra girdiler. Gülsüm çocuklarını görünce kendinden geçiverdi. Kadınlar, ayıltmaya çalışırken çocuklar zorla dışarıya çıkarıldı.
Tarlada çalışanlar işi bırakıp gelmişlerdi. Çadır dışında toplananlar çocukları uzaklaştırmaya çalışırken, sorular peşi sıra geliyordu.
– Ölmüş mü, ne olmuş?
– Ölmüş herhalde! Öyle diyorlar.
– Hastamı imiş, sebep ne ki?
– Hastaymış diyorlar
– Ambulansa haber verildi mi?
– Verildi, verildi! Ancak gelir! Gelse de nafile!
– Karşılamaya ana yola çıkan oldu mu?
– İki kişi gitti motorla.
Komşular, çadıra girip çıkıyor, aileyi sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Duran’ı ve büyük oğlunu dışarı çıkarırlarken, bebeği salıncağına yatırdılar, üzerini örttüler. Duran’ın elini yüzünü yıkadılar, oğlunun başına su döktüler. Dillerde sabır ve umut dolu sözler vardı ama yürekler yangın yerine dönmüştü.
Bir süre sonra ambulans göründü, motorla gidenler yol gösteriyor, büyük kanalın kenarından çadırlara doğru geliyordu.
– Açılın hele, şu tarafa gelsin!
Görevliler hızla ambulanstan inip çadıra girdiler. İlk kontrolden sonra, ambulanstan cihazları aldılar. İlk müdahaleyi yaparlarken, çadırın etrafı sarılmış, merakla bekleniyordu.
– Şimdi ne yapacaklar?
– İyice muayene edip, bakarlar.
– Götürürler kesin, ölüm raporu, resmi işlemler falan! Tamam, ölmüş gömün, diyecek değiller ya!
Diller fısıltı halinde konuşurken, gözler çadırda idi. Kapıya yakın olanlara sorular sorulsa da, kalabalığın geriye gitmesi uyarısından başka bir şey söylenmiyordu. Görevlilerden biri dışarı çıktı, bebeğin vefat ettiğini ama hastaneye götürüleceği, gerekli kontrollerin ve işlemlerin orada ayrıntılı yapılacağını söyledi. Minibüsünün hazırlanıp, birkaç kişinin ambulansın peşinden gitmesine karar verildi.
İkindi ezanı uzaktan duyulurken, Duran, kucağında bebeği ile dışarı çıktı, arkasından diğer görevliler göründü. Komşular bebeği almak isteseler de, kimseye vermedi, bağrına bastı. Ağır adımlarla ambulansa yürürken, eşi çadırdan fırladı. Kadınlar, eşini zorla tutmaya çalışırken, götürmemesi için yalvarıyordu. Ambulansa bindi, büyük oğlu da yanına oturdu. Kapı kapatılıp ambulans hareket edince, baba oğul hıçkıra hıçkıra ağladılar.
Komşular acılı anneyi sakinleştirmeye çalışsa da, acı en yalın hali ile kor gibi düşmüştü yüreğe. Renkler yitip gitmiş, hiçbir şey eskisi gibi görünmüyordu. Küçük kızı, annesinin halini görüp korkuyor, sarılıp ağlıyordu.
Güneş, ufukta küçülüp geriye hüznü bırakırken, yaşananların etkisi devam ediyordu. Kadınlar, sessizce aralarında yemek işini hallediyor, erkekler, meydana serilen hasırlara oturmuş, ne yapılacağını konuşuyorlardı.
– Duran, buraya defnetmez, çoluk çocuğunu alır, memlekete götürür.
– Yalnız gitmeleri doğru olmaz, birkaç kişi onlarla gitsin.
– Bugün biter mi yoksa yarına kalır mı işler?
– Geç te olsa biter, gece yola çıkarlar, bir daha da dönmezler.
Ay ışığına cır cır böcekleri eşlik ederken, akşam namazlarını kılmış, dua ediyorlardı. Kanal kenarında gelen ışık, hastaneden dönenleri haber veriyordu. Toparlandılar, hareketlilik artarken, ağlama sesleri yükseldi. Minibüs durunca açılan kapıdan, Duran, kucağında bebeği ile sessizce indi. Komşular, koluna girip destek olurken, başsağlığı dileklerine başını sallayarak karşılık verdi. Eşi, kadınlarla çadırın önüne çıkmış ayakta zor duruyor, kollarını açmış, bebeği istiyordu. Gözyaşları içinde, beyazlara sarılmış cansız vücudu, istemeye istemeye eşine uzattı. Baba çaresizliği ve anne hüznü teslimiyeti doğursa da, acı yürekleri dağlıyordu.
Bir süre sonra, dışarıda, kadın ve erkekler için iki sofra hazırlanırken, sorular sessizce soruluyordu.
– İçeriye de hazırlandı mı?
– Hazırlandı, gider şimdi.
– Duran, ne diyormuş, ne düşünürler?
– Memlekete götürecekler, artık bizim için buralar bitti, diyor.
– E, kolay mı, evlat bu evlat, canından kanından.
– Eşyalar, çadır, hep gidecek mi?
– Sığdığı kadar, önemli olanlar alınacak, kalanlar sonra gidecek.
Çadıra konan sofraya kimse elini uzatmadı, uzatamadı. Vakit geceye dönerken, çocuklar uykuya teslim olmuş, yorgun bedenler, son görevleri yapıyordu. Gerekli malzemeler yüklendikten sonra, acılı aileyi yalnız bırakmamak için birkaç kişi daha minibüse bindi. Vedalaşırlarken, gözyaşları ve ağıtlar tekrar yükseldi. Sabır temennileri ve dualar eşliğinde minibüs karanlığı yara yara uzaklaştı.
Sabah, güneş karşı dağdan yüzünü göstermeye çalışırken, torunlarını kaybeden iki acılı yürek, kalabalığın önünde ayakta zor duruyor, birbirlerine dayanıp, sokağa giren minibüsü yaşlı gözlerle karşılıyorlardı.
Cemil Köksal