Altı ay var ki erimemiş, dibinin gerçek rengini göstermemişti. Karakargaların konduğu buzdan göl, gri bulutların altında derin derin soluyordu. Yaklaştıkça soluğunu duyuyordu. Ürküyordu bu seslerden. Gölün üzerinde yürüyüp kazacağı yere geldiğinde elindeki çapasını ayaklarının dibine fırlattı. Bastığı yer keskin bıçak gibiydi. Başını kaldırıp geride kalan köyüne baktı ve dağlara… Ufka sarılan dağlar belli belirsiz bir sisin içerisinde kaybolmuştu. Uzaktaki köy çocuklarının bağırışları geliyordu. Sonra da köy kazlarının sesleri… Sürü halinde gezindikleri belliydi. Sesleri ovada yankılanıyordu.
Hiç yokken bu buz tutmuş gölü delmek de neyin nesiydi? Hadi delinirdi delinmesine ama ya ağa balık gelmezse… Türlü fikirlerle buza dokundu. Çapayı vuruyor etrafa dağılan buz parçaları yüzüne çarpıyordu. Gözlerini kıstı. Tekrar tekrar vurdu buz kütlesine. Ufakçık bir parçayı tabandan ayırabilmişti.
Aklına az evvel yolda gördüğü Çoban Memo’yla konuşmaları takılmıştı. Memo;
“Nere gidersin Nihat?” diye sormuş, o da;
“Göle. Balık tutmaya” demişti. Memo düşünceli mavi gözlerini Nihat’ın gözlerinin içine dikip;
“Buz çatırdamakta Nihat… Mart ayındayız. Gölün sesini duymak, uğuldamasına şahit olmak buzun yer değiştirmesi anlamına gelir. Gitme balığa!” dediğinde;
“Anam ısrarla balık dedi. Canı çekmiş. Aşerir de. Babama dediydi dün akşam. Babam oralı olmadı. Sabah yine balık diye sayıkladı. O zaman içim acıdı. Ben giderim ana dedim.”
“Çok açılma o vakit. Buz tutmuş gölün ortasına gitme. Yıkık ağaçların orayı kır. Hem ağaç köklerinde daha çok balık bulunur” diye nasihatte bulunmuştu.
Dediğini yapmıştı çobanın. Kurumuş söğüt ağaçlarının dibindeydi. Tıpkı çobanın dediği gibi buz uğulduyor, üzerindeyken çatır çatır sesler çıkartıyordu. Korkmuyor değildi ama korku bu coğrafyada işlemezdi. Şu heybetli dağlar, aniden bastıran tipi, göz gözü görmeyen sis, arkanı döndüğünde bir anda üzerine gelen çığ… Köy büyüklerinden türlü cesaret öyküleri dinlemişti bir o kadar da yıkıntılar, sakatlanmalar ve ölümler… Alışıktı hepsine.
Çapayı tekrar vurdu. İlk su damlaları fışkırmıştı işte. Küçük bir oyuk açmayı başarmıştı. Derken oluk büyüdü. Kocaman oldu. Çivit mavisi suyu görebiliyordu. Ağı suya bıraktı. Beklemeye başladı. Uğultu ve çatırtı arttı. Bir kuşun acı çığlığı üzerinde gezinip duruyordu. Çok geçmeden ağ hareketlendi. Tam çekmeye hazırlandı ki ayağının altındaki buz, savruk bir denizde yüzercesine ilerlemeye başladı. Üzerine bastığı buz çat deyip kırılmıştı. Dengesini tutamıyordu ama ısrarla ağı da elinden bırakmıyordu.
-Ağı bırakırsam, ağı bırakırsam yuh olsun bana. Kayıyorum! Ahhhhh!
Acı bir çığlıkla suya düştü. Çırpındı. Yüzme biliyordu. Dengesini sağlamıştı. Ağaç köklerine sarılıp sudan çıkmayı denedi. Başaramadı. Canı acıyor, parmakları yanıyordu. Bütün bedeni uyuşmaya başlamıştı. Nefesinden buhar çıkıyordu. Ciğerleri acımaya başladı. Artık ayaklarını hareket ettiremiyordu. Nasıl olur? Düşeli daha birkaç saniye olmuştu. Kımıldayamıyor, mızrap yutmuşçasına kaskatı duruyordu. Kardeşi Hasan geldi aklına. Olanca gücüyle bağırdı.
-Hasan, Hasannn!
Dağlar sesinden yırtılmıştı. Cevap veren olmadı. Az evvel konuştuğu çoban çok uzaklaşamazdı. Ne kadar olmuştu ki konuşup ayrılalı.
-Çoban Memo! Memo kurtar beni! İmdat! Kurtarın! Hey! Kimse yok mu? Heyyyy!
Usulca kıyametti ortalık. Sessizce gidiyordu Azrail’e. Artık aldığı nefes yangın yerinden geliyormuş gibiydi. Alev alev yanıyordu. Buzun yaktığı nerde görülmüş? Gözlerinin önünde şimşek benzeri şakımalar başlamıştı. Artık göz kapaklarını tutamıyordu. Parmaklarını da hissetmiyordu. Üzerindeki hırkası ağaçların donmuş köklerine takılmıştı. Suyun üzerinde gelgitler yaparak salınmaya başladı. Gölün altı gizemli bir çağlayana benziyordu.
Aklına sene başındaki konservatuara giriş sınavı gelmişti. Şehre amcası getirmiş, uzunca bir kuyrukta sırasını beklemişti. İçeride bekleyen yaşıtları türlü türlü sazlarla sınava gelmişlerdi. Ne tuhaftılar. Hiç görmediği müzik aletleri… Kemanıyla bir kız tam karşısında duruyordu. Sonra kocaman davullarıyla bir oğlan… Ney çalan bir grup, maun renkli gitarlarıyla dövmeli, garip saçlı, sakızlı gençler. Akort yapanlar, ağızlarını açıp uzun uzun bağıranlar. Her kafadan bir ses çıkıyor, sazlar birbirine karışıp gidiyordu. Elinde altın renkli borazan benzeri üflemeli bir çalgı bulunan gence sordu;
-Bu alette ne ki, ilk defa gördüm? deyince;
-Alet mi? Enstrümantal mi demek istedin herhalde, dedi genç.
-He ondan.
Delikanlı ukalaca gülümsemiş;
-Buna saksafon derler demişti.
Kızardı. Pembe yanaklarından köylülük aktı Nihat’ın.
Toplulukta saçları bağlı genç bir kız;
-Sen ne çalacaksın? deyince cebindeki kavalı göstermişti. İşte ne olduysa o zaman olmuştu. Bütün salon gülmeye başlamıştı. Kahkahalar beyninde yankılanmış oracıkta gururu incinmişti. İçi doldu. Ağlamak istiyor, boğazını tutan yumrudan kurtulamıyordu. Tam delikanlılığın eşiğindeydi. Nasıl ağlayabilirdi ki? Oysa köyde en iyi kaval çalan oydu. Her nağmeyi tutturur, uzun havaları ise yanık çalardı. Sınava girmeden koşar adım çıktı kapıdan. Amcası da ardından… Uzun süre sınav görevlisinin sesi duyuldu.
Nihat Bağrıyanık… Nihat Bağrıyanık… Yok mu?
İnce bir kaval sesinin son notalarındaydı artık. Başlamadan biten bir hayalin… Ne diye gelmişti aklına. O gün ölmüştü zaten şimdi ise ikinci kez ölmenin eşiğindeydi. Tutunacak bir dalı yoktu. Yeni doğacak kardeşi bile yaşama umut vermekten uzaktı. En çok da anası üzülecekti Nihat’ın kendini bırakmasına. Bıraktı direnmeyi. Sonsuz bir uykunun eşiğindeydi artık. Uyumak istiyordu Sadece uyumak. Ömründe hiç bu kadar tatlı bir uykuyu üzerinde hissetmemişti.
Memo… İki lakaplıdır. Bir yanı Çoban Memo, bir yanı aslan Memo. Anlamıştı Nihat’ın gidişinin hayra dalalet olmadığını. Hinlik sezmişti buz tutmuş gölden. Çatırdıyordu buz. Günden güne eriyordu. Hem kaç gündür sesini dinliyordu. Uğulduyor da kimse duymuyordu buzdan kızı ama Memo’dan kaçar mı? Baharın büyüme sancıları çektiğinin ve gölün günden güne eriyip şekil değiştirdiğinin farkındaydı. Bir hışımla çekti sudan Nihat’ı. Oracıkta kusturdu. Çocuğu soydu. Çırılçıplak kalmıştı Nihat. Anadan üryan dediklerinden… Paltosunu çıkarıp, sardı sarmaladı. Buzun üzerinde titriyordu Nihat. Yeniden mi doğmuştu? Oysa uyanmak da acı veriyordu.
Memo’nun köye haber vermesi lâzımdı. Birazdan karanlık bastıracaktı ama Nihat’ın kendine gelmesini beklemeden burayı terk etmesine olanak yoktu. Beklemeliydi. Böyle öğretmişti büyükleri. Kavalına sarıldı Memo. Nihat, kavalın sesini duyarsa kolay ayılabilirdi. Kavalın o buğulu sesi Nihat’ı hayatta tutacaktı ve elbet uzakları yarıp köyün havuç buzlu damlarına ulaşacaktı. Rüzgâra karşı kavalı üflemeye başladı Memo. Karanlık, ufku yavaş yavaş sarıyordu.
Serpil Tuncer