“Bun”dan Sonrası

Bitmedi gitti hayatının şu geçiş evreleri. İşte, yine bilmem kaçıncı eşikteydi. “Atlarsın,” diyordu dostları, “Bunu da atlatırsın, sabır!” Gülümsüyordu sadece; içinden, “Ne hayat be!” derken.

Etrafındaki insanlar yoruyordu onu. Saksıdaki bitkiler boğuyordu. Sokaktaki hayvanlar sinirini bozuyordu. Neden? Çünkü en büyük geçimsizliği kendisiyleydi. Fakat bunun farkında mıydı? Bu hakikati örtecek bahane çoktu sonuçta; çevredeki plastikler, enflasyon, düzeyli ve düzenli bir ilişki kuramamasının aklî argümanları…

Ah şu bunalımları! Neler denemedi, neler yapmadı… Öncelikle evdeki tüm aynaları çıkardı. Çünkü yakın zamanda izlediği bir filmde, odadaki aynaların, farklı boyutlara açılabilen kapılar olduğunu görmüştü. Hayatın tanık olduğu boyutuna dahi tahammülü yokken yabancı bir yeni boyut? Allah korusun! İnanılır şey değildi elbette. Değildi ama kıllanmıştı işte bir kere. Aslında odadaki aynadan çok, aynadaki oda realitesi takılmıştı kafasına. Sonra, ev dizaynının insanın ruh halini olumlu veya olumsuz yönde etkilediğini de bir sosyete dergisini karıştırırken okumuştu. “Vay be,” dedi, “demek benim çakralar o yüzden tıkalı, e tabiî, hiç dikkat etmiyorum ki eşyaların yönüne falan. Demek enerjiler, olması gerektiği gibi gelemiyorlar vücuduma.” Başladı evin yeni baştan dekorasyonuna. “E ama önce boyamak lâzım bir güzel. Renk ne olmalı? Doğa gibi olmalı; gecenin dinginliği, gündüzün esintisi… Tıkılıp kaldık şu şehir hayatına. Doğadan kopmamak gerek, değil mi ama?” Dedi de dedi, düşündü de düşündü; sonunda tavanı, yer yer irili ufaklı beyaz noktalar olan siyaha -ki güya bu puantilizm merakıyla niyeti, yıldızları getirmekti salonuna- dört duvarı da gölgeli uçuk bir mavi renge boyadı geçti. Bambular mı almadı cam vazolarda, teraryumlar mı koymadı pencere önlerine. Bilhassa salonun ortasında boylu boyunca uzanan meditasyon sergisi çok mühimdi. Aslında bu, bir kilimden fazlası değildi. Ancak adı ruhî dinginlikle anılıyordu ya; eh, böylesi ulvî bir gaye, ucuz yoldan elde edilemezdi. İşte, odanın en pahalı eşyası da böylece ayakları altına serildi.

Sonunda şöyle bir oturdu koltuğuna. İlk meyvelerini veriyordu yaptıkları. Göğsü açılmış, daha bir optimist (iyimser değil!) bakar olmuştu hayata. Kahve, tütsü, sigara; velhasıl tüten ne varsa klişenin getirdiği mahrem bir tatminle tadına varıyordu gün gece… Tâ ki o güne kadar!

Annesi aramıyordu yakın zamana dek. Şu bir türlü büyüdüğünü kabullenemeyen, evlenmediği için biricik oğlunun yalnız öleceği vehmiyle kıvranıp duran öğretmen emeklisi annesi… Ne olmuştu da aramıştı? Elbette tüm kastı oğlunun kurduğu yeni düzeni alaşağı etmek olamazdı. Altında fazla bir şey aramaya gerek var mıydı? Özlemişti işte. İyi de neden geliyorum diye bir emrivaki ile damdan düşercesine uçak biletinin fotoğrafını yollamıştı? İşte bu, annesinin sürpriz anlayışıydı.

Gelir gelmez değişti evin havası. Hem de hemen ertesi günden. Sabahları evi dolduran Dalida, Evora, Pavarotti seslerinin yerini, “Müge Anlı ile Tatlı Sert” ve “Arda’nın Mutfağı” gibi gündüz kuşağı programları almıştı. Meditasyon tütsülerinin yerini de dolma, sarma ve börek kokuları… Hadi tüm bunlar bir nebze tahammül edilebilir şeylerdi; ama ya tüm övüncü Tasmanya canavarından bozma bir çocuğa sahip olan yan komşunun gidip gelmelerine ne demeliydi? Böyle zamanlarda kendini dışarı nasıl atacağını bilmiyor; canını, yangından mal kaçırırcasına kurtarıp soluğu birilerinin yanında alıyordu. Birkaç haftanın getirdiği böylesi bir yorgunluğun ardından babasının hastalığı yetişmişti imdadına. Bu duruma sevindiği için kendinden utanıyordu utanmasına ancak geçmişe şöyle bir baktığında çok daha utanılması gereken duygularla yakınlık kurmuş olduğunu hatırlayıp şimdiki durumunu gayet masumca görüyordu. En çok da annesi olmadığı zamanlarda asla yüz vermediği yan komşunun hayatındaki yokluğuna minnettar kalacaktı. Son gün bile gelmişlerdi vedalaşmak bahanesiyle. Ve işte, sonunda o, evi ve sükûneti ile baş başaydı.

Akşamına, attı kendini huzur içinde ölmekte olan biri gibi çekyata. Uyuyakaldı televizyonun ışığında. Ne büyük bir nimetti şu atalet! Haberler açıktı açık olmasına ve evet, dualar da etmişti ülkenin gidişatı için. İyi dileklerde bulunmuş, askerî operasyonla ilgili bir iki övgü dolu söz de etmişti gururla… Dahası? Daha ne olsun, uyumayı hak etmişti işte. Vicdanı rahat, huzuru hür bir şekilde. Hem de ne uyuma! Gözündeki gözlüğü bile çıkaramadan kapanıverdi gözleri. Oldu olası sırt üstü uykuya dalmak âdetiydi.

Bir süre sonra bilinci yerine gelip de gözleri aralandığında, televizyonun yanardöner ışığı tavanda oynuyor; fakat tuhaf olan, o, bu durumu sağ gözüyle izliyordu. Bir müddet uykuya devam mı ediyorum acaba, diye sormadan edemedi kendine. Zira gözlüğünün sol camı üzerindeki şey, görüşünü engelliyordu. Ne ola ki, diyerek doğruldu yerinden. Bir yandan da elini şakaklarına götürdü. Tam gözlüğü camındakine bakmak için çıkaracaktı ki kucağına pat diye düşüverdi camdaki şey. Ağır değildi ağır olmasına ancak bu düşen şeyin cüssesi, en azından hissedilebilecek kadar vardı. Aksi gibi televizyonda da tüm sahneleri gece çekilmiş karanlık bir film dönüyordu. Bu sebeple de tam olarak göremiyordu an itibariyle kucağında öylece duran şeyi.

Önce dokunmak için parmağını uzattı. Ancak birden tüm berraklığıyla koca bir güneş belirdi ekranda. Işıkla birlikte de kucağında duran kıllı, çok bacaklı ve çok gözlü şeyle göz göze -ki burada tabir, komik bir şekilde yetersiz kalıyordu- gelmesi bir oldu. Beyaz camda vampir, güneş ışığı altında çığlık çığlığa eriyor, bizimkisiyse küfürler savurarak yerinden sıçradığı gibi tepiniyordu.

Yeteri kadar tepindikten ve sövdükten sonra kendine geldi. Kilimin üzerinde yatan şey gibisini görmemişti daha önce. Hem de şehrin göbeğindeki bu evde… Bir süre de, “O kadar aidat alırlar, adam gibi bir ilaçlama yapmazlar, hırsız şerefsizler!” diye saydırdı. Hayret, şaşkınlık, ürperti… “Amazon ormanı mı burası kardeşim!” diye bir mırıltı dolandı dudaklarının arasında. Eğildi, baktı. O şey, hareket etmiyordu nedense. “Öldü mü ki?” diye düşündü. Öyle ya, demek tavanda öylece asılı dururken emr-i Hak vaki olmuş, tam gözlüğünün üzerine düşmüştü. Nasıl derin uyuduysa artık, hiç de hissetmemişti düştüğünü. Cesedini tutup pencereden atacak cesareti bile bulamıyordu kendinde. Oldu olası örümceklerden nefret ederdi. Hele de böylesi büyüklerinden… Aslında onunkisini, nefret duygusu karşılamazdı; zira onları öldürmek değildi niyeti. Bir tür Joker-Batman ilişkisiydi örümceklerle olan ilişkisi. Şimdi ne yapmalı, ne demeli? Hemen o şeyden gözlerini ayırmadan odanın ışığını yakmaya niyet etti. Onu tüm çıplaklığı ve ayrıntısıyla görmeye olan hevesinden değil tabiî; sırf birden bire canlanıp da gözden kaybolmasın diye… Nice olurdu o zaman hali? Yatamazdı ki… Bir canavarla geçirilen koca bir gece… Üstelik duvar, kapı, cam; hiçbir sınır tanımadan karanlıklarda hızlıca yol alabilen kımıl kımıl bir yaratıkla… Televizyondaki vampirin sonu gelmiş, şafak, kurtuluş getirmişti. Şimdi de odanın köşesinde dikilen abajur, bir kurtarıcı endamıyla boy gösteriyordu. Fakat o da ne!

Mandala basar basmaz bir patlamayla elektrikler gitmesin mi! Bir paniktir aldı bizim mutsuzluktan köşe bucak kaçan beyzâdeyi. Öyle bir his ki örümcek sanki paçalarından yukarı doğru hızla tırmanıyor, karanlığın her bir saniyesinde tabanlara kuvvet hücuma kalkıyordu… El yordamıyla bulup bir çakmak, tuttu hemen koltuğun önüne. Hah, oradaydı işte. Altı gözünün altısı da parlıyordu. “Aman, zıplayanından olmasın bu!” dedi. Artık kendi kendine konuştuğunun bile farkında değildi. Şimdi tüm mesele, bununla ne yapacaktı. Hemen ihtimalleri bir bir sıraladı: üzerine zehir sıkmak, terlikle ezmek, bez ve benzeri bir şeyle tutup pencereden atmak, geceyi bir otelde veya bir arkadaşında geçirmek için evden çıkıp gitmek, evi ateşe vermek… Hepsi de birbirinden çok cesaret ve çılgınlık isteyen şeylerdi. Aklını örtmüştü sanki bu altı bakış. “Tabiî ya!” dedi birden. “Neden düşünmedim ki?” En risksiz yöntem, aklına en son gelmişti. Kilimi tutup sıkıca ve hızla katlamak ve pencereden sokağa atıp hemen içeri geçmek…

Bir iki nefes aldı ve sonunda tüm cesaretini topladı. Bunu öylesi bir hızla yapmıştı ki kendisi bile şaşıp kaldı. Pencereyi büyük bir hızla kapatmasıyla kilimin kaldırıma çarpıp sesinin yankılanması bir oldu. Ardından da aklının başına gelmesi… “Ne yaptım ben?” Evet, ne yapmıştı? Cânım kilimi pat diye tutup atıvermişti. “Hay Allah! Şu korku denen illet…” diye söylendi durdu. Şimdi aşağı inip yukarı çıkarsa bir türlü, oracıkta bıraksa bir türlüydü. Elektrikler gelmemişti hâlâ ve anlaşılan sokağı karanlığa boğduğuna göre sorun evin veya apartmanın değildi. O karanlıkta o kara canavarı nasıl görecekti, öldüğünden emin olacaktı da kilimi alacaktı. En iyisi sabahı bekleyip sabahın ilk ışıklarıyla kilimi iyice silkeleyerek geri almaktı.

Yapacak bir şey yoktu. Uzandı koltuğa. Aklında kımıldayan bin bir kuruntuyla… Acaba ölmüştü de boşuna mıydı bunca yaygara? “Yok yok, güven olmaz böylesi hayvanlara… Bunlar avını yakalayabilmek için ne uzun zamanlar bir duvar gibi olurlar da gıkları çıkmaz. İyi yaptım iyi…” diye teselli ederken kendini, bir yandan da yenileri düzülüyordu vehimlerin birbiri ardına: “Bunlar yalnız gezmezler, ya birkaç tane daha varsa?” Koca bir “Eyvah!” koptu dudaklarından. “Ey huzur, neredesin? Lanetlendim mi yoksa? Ah anne, tem gidecek zamanı buldun!” Demek bir haklılık payı vardı kadıncağızın. Şimdiye dek kıvanç duyduğu yalnızlığı, bohem hayatı, bundan böyle acziyet ve hastalık getirecekti demek. Ne acı!

Derken gündüzü zor etti gözleri kan çanağı. Bunu fark eder etmez de üzerine aldığı robdöşambrla fırladı sokağa. Fırladı fırlamasına ya, kilim? Yerinde yeller esiyor, gözünün önündeki boşluk git gide besleniyordu. “Hırsızlar!” dedi kendi duyacağı bir sesle. “Ne ara ulan, ne ara aldınız güzelim kilimi! İnşallah ölmemiştir de sokuverir sizi kâbusum olan o canavar! Olmasın arkadaş, ben mutsuzsam kimse mutlu olmasın!” İçinden haykırsa da vicdanı, “Yahu bu ne huysuzluk, sanki evinden gelip de aşırdılar,” diye, dur durak bilmiyor, laf geçiremiyordu bu sefer içindeki örümceğe.

Terslik bu ya, güneşle birlikte geldi elektrikler. Sakin olmaya çalışarak açtı bir Eric Satie ve başladı son kalan gücüyle evi kolaçan etmeye. Bir elinde terlik, bir elinde oklava… İçinden de ne dualar ne dilekler… Öyle kaptırmıştı ki kendini işine, kapının çalmasıyla sıçradı olduğu yerde. Bir de baktı yan komşu.

“Buyrun?”

“Kusura bakmayın, rahatsız ettim ama durduramadım çocuğu. Tutturdu da tutturdu… Servis saati yaklaştı da çıkmadan alalım dedik.”

“Hani oğlum, nereye koymuştun?”

“İşte anne, şuraya, tavana atıp yapıştırmıştım.”

“Ah oğlum ah! Ama yok ki yerinde, yanlış hatırlamayasın?”

“Yaaa ama ben oraya yapıştırmıştım sonra da unuttum işteee!”

“Neyi hanımefendi, neyi, neden bahsediyorsunuz?”

“Ay beyefendi, şu duvara falan yapışabilen örümcek oyuncaklar var ya, en sevdiği oyuncağıdır bizimkinin. Kaybetmiş dün. Tutturdu, ben Nermin teyzelerin evinde unuttum, diye. Biz de unuttuk zaar; tavan da siyah olunca… Tabiî bizimki doğru hatırlıyorsa… Gerçi burada olsa canlanıp gitmedi ya bu şey?”

“A ah, Oktay Bey, Oktay Bey ne oldu? Ay oğlum koş babanı çağır, çabuk. Ay komşular, adam bayıldı, yetişin, ambülans!”

Cüneyt Dal

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir