Süleyman Mete, elinde tuttuğu timsahla huzuru arıyor.
***
Perdeden sızan güneş, kulağıma eğilip “Kalksan iyi edersin!” dediğinde, saat 11’i sadece 3 dakika geçiyordu. Kapıyı açıp, güneşe “Batsan iyi edersin!” dediğimde, saat 12’yi sadece 3 geçiyordu. Otobüs durağına ulaşıp kendimi içine attığımda ise 12’yi 12 dakika geçiyordu. Ben kimseyi geçemeden kapının ağzında, mumyalanmış bir put gibi durmaya başladığımda saatin neyi, kimi geçtiğinin önemi kalmıyordu. Metrekareye üç yaratılmışın düştüğü bir yerde sadece gözlerini oynatabilirsin çünkü.
Çin işkencesini para ile satın aldığım otobüsten indim. Eklemlerim yeni doğan bir bebeğin ağlamasını andıran sesler çıkardığında hâlâ felç olmadığıma inandım ve iş görüşmesini yapacağım adrese doğru yola koyuldum. Bu mesafe içerisinde, gelecek planlarımın krokisini çizmek için gerekli düşünceleri toplantıya çağırdım. Toplantıya katılan düşüncelerim yüzlerini yıkamamış olacak ki, hiçbiri plan yapmaya yanaşmadı. Haklılardı. Bildiğim kadarıyla, bir işe sahip değilsen plan yapılmaz, hayal kurulur. Hayaller, planların kalıba sokulması için kullanılan kaplardır ve bende fazlasıyla vardı.
Yol boyu, simit satamayan, açtığı kitabı okumayan, güneş gözlüğünü takmayan, baktığı geminin ardından şiir yazamayan onlarca kişi gördüm. Gördüklerime aldırış etmeden yoluma devam ettim ve görüşmemi yapacağım binanın önüne geldim. Derin bir nefes alıp, şövalye edasıyla içeri daldım. İş görüşmesi için geldiğimi söyledim. Beklememi söylediler. Benim dışımda bir kaç kişi daha vardı. Herkes göz ucuyla birbirini süzüyor, göz kapaklarıyla tehditler savuruyor, eller yumruk yapılıyordu. Ben, elimde hiçbir şeyim olmamasına rağmen bu psikolojik savaşa katılıyor, düzensiz birlikler halinde saldırıyordum. Belli bir süre geçtikten sonra sıra bana geldi ve içeri girdim. Platonik patronumun sorularını cevaplamak için koltuğa oturdum. Antik Yunan filozoflarına merakından mıdır nedir “Neden?” diye sordu. Bir patronun sorabileceği en sıradan soru buydu ve ona neden burada olduğumu afili cümlelerle anlatmam gerekiyordu. “İhtiyaç” dedim. Neye ihtiyacım olduğunu sormadan “Bir timsaha ihtiyacım var. Bunun için çalışmam ve para kazanmam lâzım.” dedim. “Ne yapacaksın timsahı?” diye sordu. “Besleyip, büyüteceğim” dedim ve “Tamam, biz sizi ararız” dedi. Binadan çıktım ve eve gidip yatağıma usulca yattım. Üç gün evden dışarı çıkmadım. Yemek yemek ve yatmaktan başka, arada ellerimi de yıkadım.
Evde kalmak ruhuma iyi gelmediği için, dördüncü günü dışarıda geçirmeye karar verdim. Ne zaman canım sıkılsa, bir parça simit uğruna vapurun peşinde çığlıklar atan martılara simit atmamak için vapura binerdim. Yine aynısını yapmak için vapura bindim. Martılara bakıp gülerken, gözüm saat üç yönündeki yeşil gözlü kadına takıldı ve zaman durdu. Saat işlemiyor, kalbim derimde hissedilecek oranda çarpıyor, “Bırak beni gideyim ve avuçları boş olan kişiye koşayım” diye feryat ediyordu. Beynim bütün algılarımı kapatıp, odak noktamı yağmur ormanlarını andıran o gözlerine hedefi kitliyordu.
O denli hayat verici bakıyordu ki bir koala bile uykusunu bölüp, hayatının en hareketli saatlerini yaşayabilirdi. Hayata numaralı gözlükleriyle bakanlar, onu gördüğünde gözlüklerini fırlatıp bulanıklıktan kurtulabilirdi. Açlar doyabilir, evsizler ısınabilirdi. Çölde vaha arayanlar amacından vazgeçip kendini denizlerde bulabilirdi. Eğer bu gözlere insanların hepsi bakabilse, huzur ve mutluluk içlerine dolup evreni gülümsemeler basabilirdi.
Bu gözler, gözleri tamamlayan saçlar, dudaklar, eller hayatın gerçekliğini ortaya koyuyordu ve ben rüyamdan uyanıyordum. Yirmi üç yıllık hayatımda bu kadar çok hayal kurup bu kadar çok inandığım olmamıştı.
Gemi rıhtıma yaklaştığı vakit, yerinden doğruldu ve atmosferi yararak bana doğru yürümeye başladı. İşte o an elim, ayağım işlevlerini bıraktığını ve emekliye ayrıldığını beynim vasıtasıyla bana iletti. Attığı her adımda doğum oranı yükseliyordu. Bana geliyordu. Tüm güzelliği ve asaletiyle bana geliyordu. Köşeye sıkışmış, kaçacak bir yerim yok gibi hissediyordum.
Gemi rıhtıma yanaştığında dudaklarından “Merhaba” kelimesi döküldü kucağıma. Tek bir kelimesi bile dünyanın en afili sözlerinden, en güzel şiirlerinden, en sıkı romanlarından daha etkileyiciydi. Dilim, ağzımın içinde saklanacak yer arıyordu resmen. Çenem kepenklerini indirmişti. Şaşkındım. Ne yapacağımı, ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Tam o sırada telefonum çaldı. Arayan platonik patronumun şirket numarasıydı. O an dünyanın en zor kararıyla karşı karşıyaydım. Ya yeşilliğime koşacaktım, ya da patronuma. Beynim iktidar ve muhalefet kavgasının içindeydi. Durdum. Gözlerimi kapattım. Ortamın bütün oksijenini içime çekip astım hastalarına zor anlar yaşatıp, telefonumun “Yes” tuşuna bastım. Rıhtıma atlayıp yerleri döverek yürürken sekreter görmediğim dudaklarından “İşe kabul edildiniz. Pazartesi 09.00’da şirkette olun. Size mail atacağım gerekli evrakları ayarlarsınız” dedi. Biliyordum ki, bir işim olmadan yeşilliklerde dolaşamazdım. Ismarlayamadığım her çayda ormanlar tahrif edilecekti. Yerlerine koca binalar dikilecek ve gün gün yalnızlaşacaktım. Kondisyonum bu tarz bir maça hazır değildi. Anlık kararların yıkımı, düzelmesi zor bir yapboza benziyor çünkü. Anlık duygulara kendimi kaptırmak istemedim. Herkes bilir ki; mutluluk, fast foodtur ama huzur, kuru fasülye pilav.