Suçlu kim?
Kerim Kolat yazdı.
***
Tedirgin ve hüzünlü bir sonbahar akşamüstünde tanımıştım onu. Bürodan çıkıp insan kaynayan, rutubetten bunalmış kaldırımları arşınlarken, hem günün muhasebesini yapmak hem de dinlenmek niyeti ile bir çay bahçesine oturup kahve içmeye karar vermiştim. Dosyaları oturduğum masaya yığıp karıştırmaya, bir sonraki günün davalarına göz atmaya ihtiyacım vardı. Kâğıtların arasına gömdüğüm başımı ara ara kaldırıp, kaldırımlarda gezinen, işsiz, okulsuz olduklarını düşündüğüm gençleri izliyordum. Kepez taşından yapılmış, üç katlı eski PTT binasının önünde “çorap iki lira, üç tanesi beş” diye bağırırken görmüştüm uzun boylu delikanlıyı. Üzerinde neler olduğunu seçemediğim tezgâhının önü insanla doluydu. Buna sevinmiştim. Ekmeğini taştan çıkaran böyle cefakârların para kazanıyor olması, her zaman beni mutlu etmişti.
Bir süre daha dosyalarımdaki isimler, deliller ve iddialarla boğuştuktan sonra hesabı ödeyip, dosyalarım koltuğumda olduğu halde mekândan ayrıldım. Karşı kaldırımda müşterileri ile boğuşan delikanlıya yanaşıp bir çift çorap aldım. Para üstünü verirken yüzüme bile bakmadı. O denli keyifliydi yani. Çorap dolu siyah poşeti parmaklarıma kıstırıp ilerleyecektim ki, zabıtaların baskınına şahit oldum. Talihsiz gencin tezgâhını toplayıp pikabın kasasına dolduran zabitler, gencin “yapmayın etmeyin abilerim” feryatlarına aldırış bile etmeden gazlayıp gittiler. Her şey o kadar hızlı gelişmişti ki ne yapacağımı bilememiştim. Oturduğu yerde kalmış yerde bağdaş kurmuş olduğu halde hıçkırarak ağlıyordu. Etrafındaki kalabalık bir anda dağılmış ve tek başına kalmıştı. Aynı kaldırımda müşteri bekleyen ve kendilerine dokunulmamış olan çakmakçı ve tesbihci sigaralarını çekiştirmekten başka bir şey yapmıyorlardı. Tahammül sınırlarını zorlayan bir hadiseydi. Bu ne acımasızlıktır diye düşünerek yanına yaklaştım. Yardıma ihtiyacı olup olmadığını sorduğumda, elinin tersiyle uzaklaş işareti yaptı. Israrcı oldum ve karşıdaki çay bahçesinde bir şeyler içmeye razı ettim. Uzun boyu ve ensesine kadar inen saçlarıyla zamane delikanlısıydı işte. O yıllarda herkes bu şekilde uzatırdı saçlarını. Yanlar kısa, ense uzun. “Yaşım yirmi iki” dedi dudaklarını sıka sıka ağlarken. Askerden yeni gelmiş. Teknik lise elektrik bölümünden mezun olmuş. İş olursa inşaatların elektrik tesisatlarına çalışmaya gidermiş. Mahallelinin elektrik arızalarını birkaç kuruşa iki dakikada çözermiş. Boş zamanlarında Kayseri’den günü birlik alıp getirdiği oyuncak, hırdavat, çorap, mevsimine göre fanila, içlik, balık vesaire aklınıza ne gelirse satıyormuş. Bakması gereken annesi ve üç kardeşi varmış. Babasını sorduğumda “biz küçükken kanserden ölmüş” diyebildi burnunu silerek. “Zabıtalar tüm çoraplarını götürdü şimdi ne yapacaksın diye sorduğumda”, “buluruz bir şeyler abi hayat devam ediyor” diyerek elini yüzünü üstüne başına silip masadan kalktı. Hesabı ödemek istedi. Garsonla göz göze geldik. Elinin üstüne elini koyup gözüyle devam et işareti yaptı garson efendi. Ellerini montunun cebine sıkıştırıp ayak içlerine basarak boynu bükük uzaklaştı.
Yaşadığım şehirde herkes birbirini bilir, tanırdı. Sabahtan akşama kadar pek de samimi olmadığınız birisini dahi on kez görebilirdiniz. Adını sormayı unuttuğum bu delikanlıyı da ara sıra kah maç çıkışında kah okul önlerinde görür oldum. Mesela bir gün okul önünde Niğde tatlısı satarken, diğer gün iki kasa balığı kasaplar çarşısında yere yatırmış tuzlarken, bir diğer gün ise içinde ne olduğunu uzaktan fark edemediğim (değişik bir oyuncak olabilirdi bu ) bir şeyler satarken karşılaştım onunla. Yüzünde hiçbir yılgınlık görünmüyordu. Tertemiz yüzü, ışıl ışıl parlayan mavi gözleri hayatın rengini zerkediyordu yaşlı kaldırımlara. Onu böylesine ümitvar, böylesine dik, böylesine kadim görmek beni çok mutlu etmişti.
Bitkin uyandığım, yağmurlu bir günün ilk dakikalarında adliyeye doğru yola koyulmuştum. Çok önemli bir davam vardı. Şehrin önde gelen zenginlerinden Ragıb Bey’in eşi Billur Hanım’ın aldatma nedeni ile başvurdukları kokuşmuş bir dava diyebiliriz. Billur Hanım kocasının kendisini aldattığını söyleyerek mahkeme salonunda hop oturup hop kalkarken, Ragıb Bey hiç istifini bozmadan oturduğu yerden suçlamaları reddediyor, ağzında gizlediği sakızdan ara ara birkaç ısırık alıyordu. Dava görüldü. Yaşlı çift ayrıldı. Karar yazıldı. Boşanmalarına… Aylık ellibin lira nafaka ödemesine…
Dava sonunda koridordan odama doğru süzülürken başımın ağrısı yetmiyormuş gibi, iki jandarma eri arasında elleri kelepçeli olduğu halde bizim cevval delikanlıyı gördüm. Yolun ortasında yanıma gelmelerini bekledim. Beni farkedince durdular. Erlerden birisi “buyurun avukat bey” dedi sert bakışlarla. Komutan neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Çorapçı çocuğun tertemiz yüzüne sanki kan oturmuştu. Göz kapakları düşmüş, saçları birbirine girmiş öylece bana bakıyordu. Lâkin gülümsedi.
Ne oldu dememe fırsat bırakmadan “balık var abi alır mısın” dedi alttan alttan elbiselerimi süzerek. Şaşırdım, neler olmuştu da bu kadar kısa sürede bu hale gelebilmişti. Enseme bir ağrı saplandı. Terlediğimi hissettim. Yanımdan geçen başka avukatları gördüm. Başım dönüyordu. Biraz müsaade edin konuşalım demeye kalmadan, yaka paça götürmeye başladılar. Kayboldular koridorda. Cezaevi arabasına kadar takip ettim. Araca binerken, solgun gözlerle baktı uzun uzun; “uyuşturucu avukat abi uyuşturucu” diyebildi. “Neden” dedim. “Uyuşturucu satarken kaldırımlara tezgâh kurmana gerek kalmıyormuş, sabah akşam ondan bundan korkup kovalamaca oynamaya da gerek kalmıyordu” dedi. Pencereleri parmaklıklı araca binip hızla uzaklaştılar. Arabanın arkasından gözlerim yaşlı bakarken, yanı başımdan Ragıb Bey geçiyordu telefonda boşanma müjdesini verirken sevgilisine…
1 Yorum