Kerim Kolat hikâyesi…
***
Ayıldığımda, kendimi sararmış otlarla kaplı geniş bir bozkırda buldum. Etrafımda hiçbir canlı yoktu. Buraya nasıl geldiğim konusunda ise hiçbir fikre sahip değildim. Göğüs kafesim hızla inip kalkıyordu. Sefil, yorgun ve açtım. İçinde kaybolduğum, omuzlarımdan aşağı sarkarak bana bir korkuluk şekli veren elbisenin kime ait olduğunu hâlâ bilmiyorum. Zihnimi toparlamakta zorlandığım için hangi yöne gitmem gerektiğine bir türlü karar veremiyordum. Zor da olsa, sendeleyerek karşı tepeye yürüdüm. Kuru otların sarmaladığı geniş arazinin dışında bir şey görünmüyordu. Bu manzara, içimdeki huzursuzluğu bir kat daha artırdı. Yalnız olduğuma istemeyerek de olsa inanmaya başladım. Uçsuz bucaksız bu yerde, bir başıma yitip gideceğimi düşündüm. Bedenim, karşıma çıkması muhtemel akbabalara yem olacaktı belki de… Kemiklerim un ufak olurken, üzerimde kuru otlar tepinecekti.
Umutsuzca yürümeye başladım. Çıplak ayaklarımı yakan kuru toprağın sesi bu boşlukta ne kadar da ürperticiydi bilemezsiniz. Bir yandan yürüyor bir yandan da bana neler olduğunu hatırlamaya çalışıyordum. O an için hatırlayabildiklerim; kasaba meydanında yanan büyük ateş topunun içerisinde diri diri yakılan insanların çığlıkları ve izleyenlerin dehşet saçan gözleriydi.
***
Ben anlattıkça, o, melekelerini yitirmiş bir felçli gibi bakıyordu bana. Söylediklerimden sıkılıp, beni dinlemekten vazgeçer korkusuyla ellerinden tutup; “Şaşırmanıza gerek yok” dedim. “Devam etmeyeyim isterseniz? Amacım sizi bunaltmak değil. Ayrıca ben bir deli de değilim. Rica ediyorum, hikâyem bitene kadar dinleyiniz. Beni o zaman daha iyi anlayacaksınız.”
Gözlerine bakıp sabırla cevabını bekledim. Evet, beni dinlemekten vazgeçebilirdi. Çünkü yüz ifadesindeki hızlı değişme, ruh hali hakkında güzel şeyler söylemiyordu.
Birkaç saniye bakıştıktan sonra irkilerek; “Hayır hayır. Lütfen devam edin” dedi. “Sizi sonuna kadar dinleyeceğim.”
“Peki, o halde. Size minnettarım.” diyerek sözlerimi sürdürdüm.
Sonra, gövdeden ibaret, kurumuş bir ağacın altına oturdum. Küçük bir tepenin üzerinde gözetleme kulesini andırıyordu burası. Sırtımı ağacın geniş gövdesine yaslamış bakınırken, uzaklarda büyük bir toz bulutu belirdi. Kısa sürede bulunduğum tepenin eteğine kadar geldi. Kalbim yerinden çıkacak sandım. Aynı zamanda ümit ve korku birbirine karışmıştı içinde. Toz bulutu yavaş yavaş dağıldı. Dikkatli baktığımda, bir grup atlının peyda olduğunu gördüm. Burada beni görmeleri zordu. Her türlü kötü ihtimali düşünerek dikkatli olmam gerektiğine inanıyordum. Yere yüzükoyun uzandım. Hayvanların kişnemeleri, üzerlerindeki iri yarı adamların şarkılarına karışıyordu. Dinç vücutları ve diri bakışlarında yorgunluktan eser yoktu. Bu yüzden yakında bir yerde yaşadıklarına kanaat getirdim. Harami olabileceklerine ihtimal vermiyordum çünkü üzerlerinde fevkalade nizamî olan üniformaları vardı. Göğüs, karın ve sırtı birbiri üzerine bindirilerek perçinlenmiş; şeritler halindeki levhalarla desteklenmiş, dizlerinden dirseklerine kadar uzanan örme zırhları güneşin aksiyle ışık gibi parlıyordu. Diz üstlerine kadar uzanan konçlu çizmeler giyinmişlerdi. Uzun sakalları, ileri geri sarsılırken, onlara ayrı bir heybet katıyordu. Başlarındaki kişi ise onlardan biraz daha farklı renklerde olan aynı tip bir üniforma giyinmişti. Sanırım bu onların reisi idi. Beni fark etmediler. Şarkılarına devam ederek hızla geçip gittiler.
“Kaç gün yürüdün” diye sordu.
“Sekiz geceyi iyi hatırlıyorum. Belki de daha fazla.” dedim. Siyah bir kartalınkine benzeyen kararlı bakışı şimdi şaşkın bir baykuşunkine dönmüştü. Belli ki hikâyem onu gitgide hayrete düşürüyordu. Başını sallayarak devam etmemi istedi.
Tebessüm ettim. Beni dinlemesinden memnun oluyordum çünkü.
Alnımdaki teri sildikten sonra; “Yanımdan geçişleriyle derin bir oh çektim.” diyerek sözlerimi sürdürdüm. Rahatlamamın nedeni; bu atlıların yapabilecekleri olası bir kötülükten kurtulmuş olmam mıydı yahut bu dehlizde benim gibi etten-kemikten mütevellit birileriyle karşılaşmış olmak mı bilmiyorum. Onları takip etmek istedim fakat bu mümkün değildi. Çok hızlıydılar. Ben ise bacaklarımı, neredeyse kollarımın yardımıyla çekecek haldeydim. En azından yaşadıkları yeri bulup, bana yardım etmelerini isteyebilirim diyerek peşlerinden gittim.
Bir süre sonra bozkır geride kaldı. Sağlı sollu mümbit bahçeler göründü. Burada boy vermiş ağaçlarda çeşitli meyvelere rastladım ve doyana kadar yedim.
Devamında şiddetli yağmurlara yakalandım. Devasa sarmaşıkların altına sığınarak kendimi ıslanmaktan korudum. Bir süredir, yırtıcı hayvanların çıkardığı uğultuları da duyuyordum artık. Aklıma geldikçe bildiğim duaları okuyordum. Yine dua okumaya başladığım böyle bir anda, uzakta, yere yakın bulutların içinde bir siluet belirdi. Sonradan sükûti hayale uğramamak adına tedbirli davrandım. Bu bir serap olabilirdi pekâlâ. Cinnîlerin bir oyunu da çıkabilirdi. Bekledim bir süre. Ancak dakikalardır yok olmadığını görünce gerçek olduğuna inandım. Büyükçe bir kasabaydı burası. İrili ufaklı onlarca ev vardı. Yüzlerce de insan yaşıyor olmalıydı. Kimdi bu insanlar? Kurtulmuş muydum, belki! Şuan için en son düşünülmesi gereken sorulardı bunlar. Kim oldukları ya da kurtulmuş olup olmamam umurumda bile değildi. İsterlerse beni yakalayıp öldürebilirlerdi. Şu durumda ölmek; büyük bir kurtuluş, bir inşirahtı benim için. Dilimlenmiş korkularımın ilacı belki de birazdan boynumu sıyırıp, ruhumu bedenimden ip gibi çekip alacak bir giyotindi.
Kasabaya girdiğimde, birilerine zarar vermesini beklemeyeceğiniz insanlarla karşılaştım. Hepsi gayet sakin görünüyordu. İçlerinden birisi bile karşıma dikilip bana kim olduğumu sormadı. Suçsuz yere idam edilmiş bir büyücünün ruhu gibi dolaşıyordum dükkânların önünde. Hayatta olup olmadığımdan bile şüphe ediyordum. Bedenimi yokladım. Buradaydım işte! Anlamsız hareketler yaparak birkaç kişinin dikkatini çekmeyi bile düşündüm. Deli demelerinden korkarak vazgeçtim bundan. Amacım deli olmadığımı ispatlamak değil miydi zaten? Okuduğum bir kitapta; bir ölünün iyi defnedilmemesinin onu hayalet veya hortlak olarak geri döndürdüğünden bahsediliyordu. “Mesela, ölümle, varlığın öteki kalıpları vasıf değiştirirken, ölüyü uğurlamaya ilişkin seremonide yapılacak bir eksiklik, bedenin uygun bir biçimde defnedilmemesi, vasiyetine saygısızlık, asgari ölçülerde yas tut(a)mamak, veya yası gereğinden fazla uzatmak gibi şeyler, kısaca, ölüm ve defin sürecinin tamamlanmamışlığı, gideni bir şekilde geri getirecektir herhalde. Bu, ruh olur, hortlak veya hayalet olur ama hep bir şeyler bizimle kalır.” Yoksa o meydanda kemiklerine kadar yakılan günahsızların arasında ben de mi vardım?
Derken, iki büklüm olmuş yaşlı bir adam; gövdesine nazaran küçük denebilecek başını, bir külçeyi yerinden oynatır gibi kaldırıp eliyle beni selamladı. Evet, beni görmüştü. Yaşıyordum ama bu nasıl bir yaşamaktı? Onlar için beklenen birisiydim. Şaşkındım. Her şey çok garipti ve gittikçe daha da garipleşeceğe benziyordu.
Bir süre sokaklarda gezindim. Toprak yollar üzerine kondurulmuş evleri izledim. Yaşadığım yerdekilerden çok daha büyük ve düzenli idiler. Bahçelerinin mis kokusu içimi ferahlattı. Her sokakta bir Müslüman mabedi ile karşılaşıyordum. Bazılarını gezdim. Dindar oldukları aşikârdı çünkü bu yerler itina ile süslenmişti. Konuşabileceğim birilerini aradım. İlginçtir; herkes birbiriyle çok kısa konuşuyor, ardından durgun gözlerle farklı yönlere ayrılıyorlardı. Meydana açılan sokağı sonuna geldiğimde, bozkırda karşıma çıkan atlıların en önde gidenini gördüm. Sizin karşısında hürmetle eğildiğiniz o aziz kişiyi. Birileriyle konuşuyordu. Vücudumu tarifi imkânsız bir heyecan aldı tekrar. Köşeye yamanıp olanları izlemeye başladım. Süvari kıyafetini çıkarmış, yerine beyaz bir elbise giyinmişti. Siyah sakalları parlıyordu. İfadesindeki yumuşaklığı saklandığım yerden dahi görebiliyordum. Karşısında duran yaşlı adamın anlattıklarını dinlerken, eliyle çenesini kaşıyordu. Düşünceliydi. Konuşmasını bitirir bitirmez gözlerini gözlerime kilitledi. Burada olduğumu, onu gizlice izlediğimi çok önceden biliyor gibiydi. Kararlı adımlarla bulunduğum yere doğru gelmeye başladı. Gözünü benden ayırmıyordu. Suyun kayalar üzerindeki o ince süzülüşü gibiydi adımları. Yüz hatları az önceki gibi değil, sertti. Önümde durdu. Korkuyordum. Çenemden tutup başımı kaldırdı. Gözbebekleri küçülmüş, gözakı bembeyaz kesilmişti.
“Geciktin” dedi ve cevap bekler gibi gözlerimi süzmeyi sürdürdü. Yüz hatlarının gevşediğini, tatlı bir hal aldığını görebiliyordum.
Şaşkındım. Ne demeliydim acaba? Nasıl bir cevap vermem gerektiği konusunda yardımcı olacak birilerini aradım. Onun dışında kimse halimle ilgilenmiyordu. Aslında cevap bekleyen bir hali yoktu. Öylesine yöneltilmiş bir sualdi de olabilirdi bu. Yumuşak sesi ve derin bakışları üzerimde biriken tüm ağırlığı almıştı. Kollarını belinde kavuşturup nefeslendi. Başını yere düşürüp ayağıyla, toprağın üzerinde iç içe geçmiş daireler çizdi. Sonra hiçbir şey söylemeden yürüyerek kayboldu.
Farkında olmadan karşısında eğilmiştim.
“O kişi bu şehrin yöneticisidir. Ulemadandır. Dediğiniz gibi saygıdeğerdir, bilgedir.” diyerek kesti sözümü.
“Saygı duyulması gereken birisi olduğunu, onu bozkırda gördüğümde hissetmiştim.” diye karşılık verdim.
Dudaklarını kırarak güldü. Sözlerimden memnun olduğunu anladım.
Uzatmadan hikâyemi sürdürdüm. Fazla vaktini almamak adına hızlandım.
Devamında; uzun bir nefes alarak doğruldum. Sanki tüm damarlarım uzun süre tıkalı kalıp, güçlü bir darbeyle açılmış, bekleşen kanım yeniden beynime hücum etmişti. İliklerime kadar kaskatıydım. Titriyor, dişlerimin birbirine vurmasına mani olamıyordum. Az sonra birkaç adam gelip beni aldılar ve buraya getirdiler işte. Şimdi sizin karşınızdayım. İnanın ben bir harami yahut büyücü değilim. Paris’teki Torehi Okulu’nun basit bir öğrencisiyim. Sadece halkının özgürlüğü için mücadele etmiş bir insanım. Bu nedenle de yakılmaktan son anda kurtulup kaçarak sizin ülkenize ulaştım.
“Peki, şimdi nasılsın?” diye sordu. “Şimdi daha iyiyim.” diye cevapladım. “Hafızam daha iyi ve neler yaşadığımı gitgide hatırlıyorum.”
Siyah gözleriyle etrafına bakındı genç adam. Bizim dilimizi de oldukça iyi konuşuyordu. O da azizlerden birisi miydi acaba? Aziz olacak yaşa ulaşmamış görünüyordu ama hareketleri ve bakışlarındaki insicam, yaşından beklenecek şeyler değildi. Okumuş bir filozof ya da doğu kitaplarında ki haliyle bir bilge idi. Derin, güçlü ve bilgili olduğu tartışılmazdı.
“Korkmayınız.” dedi. “Sizden önce ulaklar tarafından gelişinizi haber aldık. Sizi bozkırda kendi halinize bırakıp izledik. Zararsız ve aynı zamanda sahipsiz biri olduğunuza kanaat getirince buraya ulaşmanızı bekledik. Sizin deli yahut büyücü olmadığınızı biliyoruz. Konuşmalarınızdan da eğitimli bir kişi olduğunuz belli oluyor. Şimdi bir süre burada tedavi olacaksınız. Rahat olun. Musiki dinleyin. Avludaki çiçeklerle konuşun. Fark etmeseniz, duymasanız bile onlar da sizinle konuşacaktır. Buna emin olun.”
Teşekkür ederek onun da önünde tazimle eğildim.
Sık sık gelip beni ziyaret edeceğini söyledi. Bana bazı ruhî tedaviler de uygulayacakmış. Daha da ferahlayacakmışım. Başı önünde uzaklaştı sonra. Bense, kendimi kuşların cıvıltılarına bırakıp Bimarhane bahçesindeki çiçekleri izlemeye koyuldum. Kütüphaneden aldığım Arapça bir kitapla dışarıya çıktım. Kapağında bir şey yazmıyordu. Kuşlarla dolu olan şadırvana gittim. Ben gelince hepsi birden kanatlanıp gökyüzüyle buluştu. Özgürlük onlar için nihayetsiz gökyüzüydü. Şimdi hürdüler. “Ya ben” diye geçirdim içimden. Bir esaretten diğer bir esarete mi kucak açmıştım yoksa? Ömrüm boyunca yaptığım gibi yine kitaplara sığınmaktı isteğim. Elimdeki kitabı açtım ve ortasında bir yerden okuyamaya başladım; benimle birlikte şadırvandaki su yorulmamacasına çağlıyordu.“O, rüzgârları rahmetinin önünde müjde olarak gönderendir. Nihayet rüzgârlar ağır bulutları yüklendiği vakit, onları ölü bir belde (yi diriltmek) için sevk ederiz de oraya suyu indiririz. Derken onunla türlü türlü meyveleri çıkarırız. İşte ölüleri de öyle çıkaracağız. Ola ki ibretle düşünürsünüz.”
Abdulkerim Kolat
2 Yorum