Bir İhtiyarın Kendini Oynarken Sufle Bekleyişi

Merdiven, bir ikindi vakti gölgesi gibi uzayıp giderken önünde, inişinin nasıl olup da çıkışıyla eşit mesafede olmadığına hayret ettiğinde adam, basamakların, hayattan rol çalıp beceriksizce oynadığı bu ikiyüzlülüğe daha fazla dayanamayacağını düşünerek, pörsümüş bedenini tırabzanlardan aşağı bırakmak istedi. Boşluğa…

“Celal, bi çay ver buraya.”

“Hemen Mithat abim.”

“Sahne hazır!”

“Ulan bir çay içemedik ağız tadıyla…”

“Adnan, farkında mısın, bu son prova. Hâlâ gözün tekstte. Bak reise, senin gibi kaç genci cebinden çıkarır valla. Zehir, zehir! Bugüne ezber mi kalır?”

“Sululuğun lüzumu yok Servet, başlayalım hadi, işimiz gücümüz var.”

“Çaylar hazııır! Lan, kafa mı kaldı bende, çek şu tepsiyi gözümün önünden; sahne hazııır!”

Fısıltılar ve mırıltılar eşliğinde çıktı adam sahneye. Yine basamaklar, yine basamaklar… İnmek ve çıkmak fiillerinin yokuş, kanat veya merdivene olan ihtiyacına şaşırarak yerine geçti adam kostümleriyle. Büründü paltosuna. Eğdi başını. Bir titremedir aldı adamın ak kıllarla kaplı kırışık vücudunu.

(Final Sahnesi)

(Kaldırımda titreyen yaşlı bir adam… Eski püskü kıyafetler içinde… Adamın az ötesinde bir köpek yavrusu… Sahnenin sağından soluna doğru geçmekte olan iki iyi giyimli kız… Hareketleri şuh… Fizikleri düzgün… Tam kaybolacaklarken gözden,)

– Ayyy, şuna bak Cereeen… Ay sen ne tatlı şeysin sen öyle, canııımmm…

– Kurban olurum nasıl da küçük… Yazık ama yaaa, bu soğuktaaa…

– Alalım kız, valla bak, sevap, ne dersin?

– Ay bilemedim şimdi, nasıl olur ki?

– Bir güzel yıkarız, eve geçerken de bir köpek maması alalım marketten… Yok yok, bırakamam ben bunu bu soğukta.

– E hadi bari.

(Kızlar, kucaklarlar köpeği ve sahneden çıkarlar. Yaşlı adam, kaldırır başını ve sahnenin soluna doğru bakar. Sonra seyirciye boş bakışlarla yönelir… Dudaklarından şunlar dökülür sonrasında)

– Bir kaldırım taşıdır bu konuşan. Üstüne basılmak bile istenmeyen bir kaldırım taşı… Gevşek bir kaldırım taşı… Hani yağmur yağmıştır, altına su dolmuştur, bastığınızda üstüne yanlışlıkla, tertemiz paçanıza çamurlu su sıçratır… Döner bakarsınız o an sinirle. Hele de aceleniz varsa, yetişmeye çalışıyorsanız bir yere… Küfrederek bakarsınız en doğal reflekslerle. Ama bilmezsiniz ki bu bile bir sevinç kaynağıdır bizim gibiler için. Çünkü öylesine görünmezizdir ve öylesine görmezden gelinmişizdir ki bu fark edilme dahi bir nevi bir kimlik kazandırır bize. Nefretiniz, öfkeniz, sevincimize vesiledir. Merhametiniz? O da ne? Bilmediğimiz şeyleri istemeyecek kadar eskimişizdir.

(Sonra yeniden eğer başını ve titremeye devam eder. Sahnenin sağından bu sefer, bir karton toplayıcısı genç geçer. Uyumsuz bir sürü şey vardır üzerinde. Üst üste giyinmiştir ve girer girmez sahneye sevinçle konuşur)

– Hele şükür, ateş isteyebileceğim biri!

(Ağır adımlarla sürüklerken ardındaki karton arabasını, konuşmaya devam eder.)

– Bir dal sigara bulduk zar zor, ateş bulması daha zor oldu iyi mi! Gerçi kim bu saatte, bu soğukta dışarda kalır ki?

(Başına dikilir adamın ve seslenir)

– Dayııı, bi ateş ver be hayrına!

(Adam, ağır ağır kaldırır başını ve bakar gence. Genç, acelecidir:)

– (Homurdanarak,) Sağır herhalde… (Yükseltir sesini) Ateş diyorum, ateeşşş!

(Adam, usulca ceplerini karıştırır ve bulduğu çakmağı yavaşça uzatır. Adam yakar sigarasını. Çakmağı tekrar uzatır evsiz ihtiyara ve hiçbir şey demeden çıkar sahneden. İhtiyar, tekrar döner seyirciye ve tiradına devam eder. Alaylı bir gülümsemeyle sanki öylece dalmış gibi konuşur.)

– İşte böyle… Bazısı gelir geçer hayatımızın kıyısına dahi yaklaşamadan. Ne iz bırakır ne de hatırlatır kendini. Öyle ki sormadan edemezsiniz: Gerçekten karşılaşılması gerekli biri miydi? Kader… Ne sırlı bir dizgidir! Düşünmesi delirtir…

(Hiç beklenmedik bir çeviklikle sıçrarcasına kalkar ayağa ve seyirciyi korkuturcasına atılır sahnenin ortasına.)

– Ben de sizler gibiydim bir zaman. Para kazanarak ulaşabileceğimi düşündüğüm hayaller yeşertirdim şuramda.

(Göğsünü tutmuştur burada.)

– Gençtim. Evet evet, gençtim bir zamanlar. Uzun boylu, çelimsiz bir liseli oğlan… Belki bin yıllar öncesi -inanmazsınız- liseli bir yaramazın tekiydim. Bir kitapçıda çalışırdım. Kitaplar… Raflar boyu kitaplar… Patronum iyi adamdı. Zengin değildi belki ama kitaplarla dolu bir dünyası vardı. Oku derdi, oku… Ancak böyle yaşanır gerçek hayat. Kitaplardır asıl olan, gerisi çelik çomak… Tutardım bu sözünü. Okur da okurdum o yıllarda. Gözlerim satırlara, midemin yemeğe olan açlığından çok daha açtı çoğu zaman.

(Kısa bir es verir. O yılları hatırlamanın verdiği bir hisle uzaklara bakar gülümseyerek bir müddet ve sonra devam eder.)

– Her Çarşamba patronum, doldurur bir poşete, verirdi elime birkaç çizgi roman. İçlerinde incelerinden romanlar da olurdu. Birçoğu daktiloda yazılmış olanlarından. İkinci sahiplerinden sonrasının pek bir önemi olmadığından mıdır bilinmez, “ikinci el kitaplar” derdik genel isimlerine. Fakir okurlar için biçilmiş kaftandı her biri. Yabancı gözlerin izleri vardı satırlarında. Bazıları bunla da yetinmeyip kalemle çizmiş; hatta notlar almışlardı kenarlarına. İçlerindeki hikâyelerden çok daha fazlasına sahip kitaplardı bunlar. Bununla birlikte, pek rağbet görmeyen kitaplar… Ama işte her birinin bir yerlerde çıkıyordu alıcıları. Belki mektepliler, belki en ucuzundan kız tavlama peşinde eğitimli görünmek isteyen ergenler, çocuğuna kitap almış olabilmek için ekmekten daha mühim bir harcaması olmayan gariban babalar… İşte bunlar için alır götürürdüm kitapları büyük çarşıya. Bir gün, yolu yarılamıştım ki biri yaklaştı yanıma. Üstü başı perişan, sokakları yurt edinmiş garibin gibi… Poşete bakıyordu meraklı gözlerle. Bana öylesine uzaktı ki onun yaşında olmak. Hatırlıyorum da bin yıl sonrası belki ancak, diye düşünmüştüm hatta. O yüzden bir uzaylı gibi gelmişti adam bana. Dostane bir gülümsemeyle dedim ki; bir kitap ister misiniz? Belki torununuzu sevindirir, belki de sıkıntınızı giderirsiniz. O an dedenin gözlerinde öyle bir hayal kırıklığı belirdi ki görmeliydiniz. Kitap mı, dedi yüzüme bile bakmadan, ne yapayım ben kitabı? Çok açım, yok mu ki yiyecek bir şey? Aptallık, anlık gelen bir münasebetsizdir bazı zamanlar. Yok, deyip uzaklaştım oradan. Neden? Neden dönüp de yakınlardan en azından bir simit alıp vermedim ki o zavallıya? Ahhh dünya! Nereden bilirdim o adamın benim geleceğim olduğunu? İşte o an anladım kitaplardan çok daha gerçek, çok daha hayatî şeyler olduğunu. Ve anladım patronum gibi çok okumuş birinin bile yanılabileceğini. Ve anladım kiminin hayalinin kiminin artığı kadar bile değerli olmadığını… Ve işte şimdi ben, puslu gözlerimle, o liseli delikanlıyı arıyorum kalabalıklar arasında. Bir çift lafım var ona. Vereceğim bir ders, edeceğim bir iki nasihat…

(Aranır sağda solda bir oraya bir buraya adım atarken.)

– Ah, nerede, gördüyseniz söyleyin Allah aşkına! Ah şimdi bir geçiverse önümden elinde kitaplarla! Bin yıllık bir yoldan gelir gibi yorgun olsa da razıyım. Bir kerecik Allah’ım, bir kerecik görebilsem o oğlanı. Ne çok şey söylerdim… Ne değerli nasihatler ederdim ona…

(Susar, bakınır etrafına hayal kırıklığıyla. Sonra enerjik bir şekilde kaldırır parmağını ve bir şey bulmuşçasına bağırarak işaret eder sokağın elektrik direğini.)

– Buldum! İşte, çare orada. Aydınlıkta. Şu sokağın hantal karanlığına saplanmış keskin ışık! Tüm özlemim sana… Sana yükselmek, sana çıkmak, sana ulaşmak… Ah Nerval, şimdi, henüz şimdi anlayabildim seni.

(Sonra sertçe döner seyirciye ve meydan okurcasına uzatır işaret parmağını.)

– Göreceksiniz!

(Sahneden fırlayıp kaybolduktan sonra, Eric Satie’nin Gymnopédies’i eşliğinde kapanır perde. Bir süre perdenin önünden, sokaktan gelip geçer gibi önce tek tük, sonra biraz daha çoğalarak gelip geçer insanlar. Simitçiler, öğrenciler, martı sesleri, vapur sesleri… Sabah olmuş, gün ışımıştır neredeyse. Sonra perde tekrar açılır. Evsiz ihtiyar, kendini elektrik direğine asmıştır. Bir süre öylece boş kalır sahne. Sonrasında ise müzik devam ederken çelimsiz bir oğlan çıkagelir usulca. Elinde, içi kitap dolu bir poşet vardır. Ağır adımlarla girer sahneye. Biraz daha yaklaştıktan sonra görür ihtiyarın cansız bedenini. Bir müddet donup kalır. Ardından da elindeki poşeti düşürür ve koşarak sahneyi terk eder. Perde kapanır…)

“İşte bu beee, helal sana Mithat abi. İndirin Mithat abiyi direkten. Dikkat edin o arkadaki kancaya! Tamaaam, bu partisyon da tamamdır beyler. Ne kaldı şimdi başka?”

“Valla işte final de hazır… Yani bir şey kalmadı. Yarın görüşmek üzere diyelim. Yeter bence, çok yorulduk kaç haftadır. Dağılıp bir güzel dinlenelim derim ben. Yarınki oyuna da bomba gibi gelip tozunu attıralım şu sahnenin.”

“Tamamdır o zaman. Biletler ne âlemde Harun? Dolacak mı dersin salon?”

“Abi çok şükür, çok az yer kaldı.”

“Oh oh, maşallah diyelim. Ama hakkını vermek lazım Mithat abinin. Sen devleştirdin abi bu oyunu böyle. Oyunculuğunla… Yani öncesinde kaç defa oynandı bu oyun, böylesine ses getirmemişti. Adını duyan oyuna değil de sana geliyor valla.”

“Abartma Servet Allah aşkına. Baksana şu gençlere; her biri birbirinden sağlam. Geliyorlar işte ardımızdan. Bizlerden daha iyi olacaklar inşallah.”

“İnşallah abi, inşallah…”

Çalışma arkadaşlarının tiyatronun önünden kalabalığa karışmalarını izledi bir müddet. Her birinde ayrı heyecan, ayrı meziyet, ayrı hayaller vardı. Kendisi, en yaşlılarıydı. Döndü bir müddet ve tiyatro binasına baktı. Yıllarını harcamıştı bu binalarda. Salonlar, sahneler, seyirciler… Yıllar yılı binlerce gözün bakmasıyla eskiyen, yıpranan bir vücutta hapsolmuş yorgun bir yürekti taşıdığı. Islak sokaklarda parlayan ışıkları eze eze hareket eden kalabalığın arasına girip girmemek konusunda tereddütte kaldı. Kaldırdı paltosunun yakasını, yaktı inceden sigarasını, soktu ellerini ceplerine ve yavaştan yöneldi evine.

Adımlarken kaldırımları neler düşünmedi ki… Her biri yarınki oyun günü için ne kadar da hevesliydi. Kendisi de bekliyordu elbette oyun akşamını ancak onlarınki bambaşkaydı. Hoş bir toyluk, imrenilesi bir amatörlük vardı gençlerde. Heyecan… Ne uzak bir histi onun için. Tam mahalleye doğru köşeyi dönerken rahmetli ustasını hatırladı burada. Doksanına merdiven dayamıştı Erol Günaydın. Cıvık bir magazin programının uçarı tipli sunucusu, hasta kıyafetleri içerisindeki ustayla röportaj için girmişti odasına ve sormuştu: “En çok neyi özlüyorsunuz?” Cevap, “Çimler, yeşillikler…” olmuştu. Ancak bu, hiç de magazin değeri olan bir yanıt değildi. Ne beklenirdi tanınan, yıllanmış bir usta tiyatrocudan? İşte o beklenen yanıtı almak, ekran başındakilerde iğrenç de olsa bir duygu seli oluşturup gerçeklerden uzak bir etki doğurarak pirim yapmak için tekrar sordu: “Ya sahneleri?” İşte, pür insan olan usta verdi cevabı: “Sıkıldım… Sahneden de sıkıldım, tiyatrodan da sıkıldım; her şeyden sıkıldım. Sadece yiyip içip gezmek istiyorum, bu kadar!” Zaten röportajı, “Erol Günaydın’dan Şok Sözler” başlığıyla vermişti program. Cevap bu olmamalı, diye düşünmüş olacak ki tekrardan sormuştu röportör: “Ama şu an bir teklif gelse dayanamazsınız, değil mi?” Dalga geçiyor olmalıydı; çünkü rahmetli usta, o dönemde çok rahatsızdı. Ama yine de bozmamıştı bu toy delikanlıyı ve şunu söylemekle yetinmişti: “Reddederim! Nitekim geldi bir iş teklifi ve reddettim!”

Apartman kapısına vardı. Çıkmak… Yine çıkmak… Sürekli bir yokuş olmuştu onun için bu hayat. Derken tam kapıyı açacağı sırada gördü eşikteki zarfın ucunu. Açtı kapıyı, aldı eline ve girdi içeri. Şaşırmıştı. Uzun zaman sonra ilk kez şaşırmıştı. Çünkü bu bir mektuptu. “Mektup mu kaldı yahu?” diye düşündü. Ancak şu an için bilmediği şey, bu zarfın içindekinin, sıradan bir mektup olmadığıydı. Bu, yirmi yıl öncesinden gelen bir mektuptu. Geçmişten gelen bir gerçek!

Senden nefret ediyorum baba!

İnan sen bunu okurken benden daha çok üzülmeyeceksin. Ne diyorsun, sence ben istemez miydim bu mektuba Sevgili Babacığım veya Canım Babam gibi bir hitapla başlamayı? Ama sen… Baba sen bu tür sevgi sözlerini hak etmeyecek kadar kötüsün. Sen, ailen dışındakiler için var olmuş, bizler için başından beri yok olmuş bir yalansın. O çok sevdiğin sahnelerde sabahladığın geceler bir gün düşündün mü terk edip gittiğin evde neler yaşandığını? Tanımadığın insanlara oynadığın o birbirinden başarılı roller için avuçlar patlatan alkışlar alırken tek mutluluk kaynağın bu muydu gerçekten? Evet baba, sen, gerçekten usta bir oyuncusun. Ancak başkalarını canlandırdığında… Ya kendin baba? Sence kendini iyi oynadın mı? Bunu hiç düşündün mü? Annemin ölümünden sorumlu olduğunu, kardeşimin hayatını kararttığını, beni dertlere saldığını düşündün mü hiç? Sen, bizden uzaklarda hayatına devam ederken bile biliyor musun ben kaç kere geldim gizli gizli seni izlemeye. Seni, sen olmadığın bir ânında tüm heybetinle izlediğimde ne gururlanır, ne duygulanır ve ağlardım. Ama sen bunu fark edemeyecek kadar kördün bize karşı. Baba, gerçekten merak ediyorum, neden evlenir senin gibiler? Yakıp yıkmak, her şeyi mahvetmek için görevlendirilmiş gizli memurlar gibi neden ısrarla yuva kurmaya kalkışır senin gibi taş kalpliler? Ah baba, söyleyecek o kadar şey var ki… Biliyorum, benden uzun yaşayacaksın. İşte bu yüzden yazdım bu mektubu ta yirmi yıl sonrasına. Senin için.

Hoşça kal…

Gözyaşları akarken damla damla, kâğıdı kokladı kısa bir süre. Ve ardından mektubu bırakıp sehpanın üstüne, pencereden dışarı dalıp gitti. Hayatında öğrendiği en afili sözün, ihtiyar Bernard Shaw’ın, hastanede ziyaretine gelen bir Hollywood oyuncusuna dediği şu söz olduğunu düşünmüştü hep: “Ne dersin, iyi oyun çıkarmadım mı?” İşte, bu sözü söyleyemeyecek olmanın verdiği buruklukla bir kez daha baktı mektuba. O, hayatta iyi bir oyun çıkaramamıştı. O, kendi rolünü oynarken bir Orta Çağ tiyatro sanatçısı gibi sahneden yuhalamalar, atılan domatesler ve edilen hakaretler eşliğinde indirilmek isteniyordu şimdi. Hem de on yıl öncesi vefat eden öz kızı tarafından… Mırıldandı belli belirsiz: “Ne senaryo ama!”

Ertesi gün, hınca hınç dolan salonda final sahnesine gelindiğinde seyirci nefeslerini tutmuş merakla izliyordu. Neredeyse kutsal bir atmosfer vardı içeride. Bu, tarihe geçebilecek bir oyundu. Perde kapandı, müzik eşliğinde insanlar geçti bir bir. Ve ardından elektrik direğinde asılı başrol, evsiz ihtiyar, tüm ihtişamıyla gözleri kilitlemişti sahneye. Dekorlara sinen hayranlık, perdenin kıvrımlarında kıvranan sorular, localarda asılı kalmış merak ve karmakarışık hisler, hepsi ama hepsi bu manzaranın yansımasıydı. Hele çelimsiz delikanlının elindeki poşeti düşürür düşürmez sahneden fırlayıp kaybolması ve perdenin son kez kapanmasıyla ayağa kalkan seyirci, bir alkış tufanıyla karşılık vermişti bu esrarengiz oyuna ve oyunculuğa. Ancak seyircinin bilmediği bir şey vardı. İlhamını Nerval’den alan bu senaryonun başrol oyuncusu, an itibariyle sahne ardında bir krize yol açmıştı. O an direkte sallanan sadece evsiz bir ihtiyar değildi. Aynı zamanda beceriksiz bir baba, taş kalpli bir kocaydı. O, Mithat’tı.

Yanlışlıkla açılan perdenin ardından el ele tutuşmuş selamlama yapan başarılı bir ekip beklerken seyirci; çığlık, vahşet ve tam anlamıyla bir trajediye şahit olacaklardı. Alkışlar söndü, birer put gibi kalakaldı yüzlerce insan. Oyun mu gerçek mi olduğu konusunda şüpheye düşenler, oyun olduğu ümidiyle tek tük alkışlamaya devam edenler, ne yapacağını bilemeyenler… Haykırıyordu Servet dizleri üstünde sinir krizi geçirirken: “Kanca! Kancayı takmamış, kancayı takmamış direğe!”

Cüneyt Dal

DİĞER YAZILAR

5 Yorum

  • Sitare , 22/12/2019

    Çok iyiydi… Emeğinize sağlık.

  • Yolcu , 30/11/2019

    Ah ah…

  • yeşil kalb , 24/11/2019

    Ne demiş Iskender “yaşamımı babama, iyi yaşamayı hocama borçluyum”

    Çok iyiydi. Teşekkürler…

  • Cümbüşün kankisi , 24/11/2019

    Harikulade.

  • Cüneyt , 20/11/2019

    çok iyi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir