Yazamıyor. Şuna bakın. Bir ucube. Bir de Kamu Yönetimi okumuş. Daha kendini yönetmekten aciz. Saçı sakalı birbirine girmiş. Mütebessim. Ama iyiliğinden mi? Mutlu olduğundan mı? Siz onu bir de evinde, doğal ortamında görün. Somurtkan, telefondan başını kaldırmayan, sürekli “Yapılacaklar”, “Gündemler”, “Hedefler”, “Olmazsa Olmazlar” gibi aptal saptal başlıklarla listeler hazırlayan, yarım yamalak yaptıklarını, yapma ihtimali olanları, -mış gibi tamamladıklarını kıpkırmızı bir kalemle çizip kendini avutan, kendini kandıran, kendini intihar eden… Evet, arada anlatım bozukluğu da yapan bir Bay Hiçkimse. Yazamıyormuş son günlerde. Laf! Beyimizin daha büyük dertleri var, farkında değil. Kilolar almış başını yürümüş. Parasını önceden ödediği spor salonunun yolunu unutmuş. Sigarayı bir pakete çıkarmış. Küllük kokulu, dirlik düzen yoksunu, tek başına bir adam. Kolsuz kapı, camsız pencere, resimsiz tablo, çerçevesiz fotoğraf. Yemek olsa yavan, içmek olsa… Ne yalan söyleyeyim, içmek olsa şalgam suyu… İçi, suyu çekilmiş eski bir kuyu. Karanlık. Kovası yok. Hoş, olsa da suyu yok.
Bakın bakın, nasıl da telaşlı telaşlı koşturuyor iş yerinde. Bir üst kata bir alt kata. Gören de dört başı mamur çalışıyor sanır. Vakit idaresinden anladığı, kendinin dahi farkında olmadığı acınası bir israf. Amaaan, acımayın şu densize. Az bile söylüyorum. O bir keskin sirke. Küpüne zarar. Azar azar eksildiğinden habersiz. Aynaya baktığında kendine boş boş kararlar vermekten başka yaptığı ne var? Sakalları ağarmış, göbeği çıkmış, bir iki pantolonu dışında adamakıllı giyeceği kalmamış. TLC’deki Ağır Yaşamlar Belgeseli’ne aday böyle giderse. Hâlbuki o kanaldaki zengin işi arazi alım satımlarının programlarını izler durur bin bir hayalle. Ve sonra durur, dertlenir yine: “Yazamıyorum!” Hay Allah’ım…
Geçenki ettiği şu lakırdıyı bir duysanız! Annesine ne dese beğenirsiniz? “Anne, çok yoğun çalışıyorum. Ama artık yeter… Zaman geçiyor, yazmak istediklerimi yazmak, okumak istediklerime odaklanmak, zevk aldığım şeyleri yapmak istiyorum artık. Yazarak geçinebilirim diyorum, ne dersin?” Evet evet, aynen böyle dedi annesine. Annesi, eski toprak. “Yanlışı gördümmüydü babasını bile tanımayan dediğim dedik emekli bir cumhuriyet öğretmeni.” Kendini böyle tanımlıyor. Lafı gediğine koydu oğlunun suratına suratına: “Sana bir şey itiraf edeyim mi? Sen, yazarak para kazanabilecek kadar iyi bir yazar değilsin. Şimdi otur oturduğun yerde de boş boş hayaller kurup asabımı bozma. Senin yaşındakiler torun torba getiriyor annelerine. Sen hâlâ ağustos böceği gibi cır cır cır. Gece olunca yatmayı bilmezsin, sabah olunca kalkmayı. Dua et ki benim yöneticilik yaptığım yerde çalışmıyorsun, hiç gözünün yaşına bakmaz, koyuverirdim kapıya. Sen iş yerine dua et, iyi dayanıyorlar sana. Hadi, hazırlan da çarşıya çıkalım, çanta aldım ama defolu çıktı, onu değiştirmem lâzım vakti geçmeden. Neymiş, işten çıkacakmış da yazarak para kazanacakmış, Allah’ım sabır ver…”
Sizin de içinizin yağları eridi, değil mi? Ne güzel söylemiş annesi, oh olsun böylelerine. Oh, ne âlâ memleket! Sırf yaşadığı için, nefes alıp verdiğinden dolayı maaş verseler, hayır, hakkım değil, demez, cebe indirir böylesi. Bir iki mırın kırın etti, hazırlandı, annesiyle birlikte dışarı çıktı. Şu üste başa bakın. Altı kaval üstü şişane. Annesi dayanamıyor yine: “Anam oğlum, bir elbise bir insanın üzerinde bu kadar mı ışımaz!” Takmıyor. Artık takamıyor bile. Çünkü kendine içten içe ettiği laflar zaten yetiyor. Dediğim gibi, benimkiler az bile. O, içinden kendine bunların iki katını söylüyor. Ama ne fayda! Yüzüne tükürsen yağmur sanıp şükreder bir yüzsüzlük… O derece. Ama tüm bunlar bir yana, neye dertleniyor garibim? “Bi yazabilsem ah! Neden yazamıyorum?” Hay körolası! Yazmak da neymiş! Sanki yazdığı koca koca kitaplarla Nobel alsa, bir gecede sağlıklı, düzenli, kaslı, evli barklı bir adam olup çıkacak. Rüya sanıyor herhalde yaşadığı hayatı. Ya da oyun…
Annesinin yanında yürüyor. Annesi bir şeyler anlatıyor. Dinliyormuş gibi yapmak için yüz kaslarını oynatmaktan, “hmmm….”, “eeeee?”, “Allah Allah!”, “hı hı,” gibi sesler çıkarmaktan utanmıyor, sıkılmıyor. O, bu esnada insanlara bakıyor, sorunun nereden kaynaklandığını düşünüyor ve iyi mi, bulamıyor! Yani illa bir güç gelecek de kör gözüne parmak sokar gibi tek tek söyleyip gösterecek mi ne kadar kötü yaşadığı hakikatini? Ama yok, tutturmuş bir laf, gidiyor. Teoman Duralı’nın onca faydalı sözü varken bizimkisi kendine teselli bulduğu şu sözü mırıldanıyor: “Hayatı, tutarlılık üzerine sürdüremezsiniz.” Şaşırmayın. Ben dedim size. Böyledir işe bunlar. Alıntıları pek bir severler. Özellikle de kendilerini haklı çıkaran cinsten alıntıları… Cımbızla çekerler, samanlıkta iğne de olsa arar bulur, onla kendilerini müdafa ederler.
Annesi dükkâna girdi. Peşinden sürükleniyor. Görev, çanta değişimi. Ürün değişimlerinden utanan, sıkılan cinslerden. Tam bir ezik. Yüzünde masum bir gülümseme. Annesinin cevvalliği çalışanlar nezdinde hafifletmeye çalışıyor. Neye yarayacaksa! “Bak oğlum, defolu bu!” “İyi de alırken görmediniz mi teyzeciğim?” “Görsem almazdım herhalde.” “Sizi bir dakika bekleteceğim.” “Çok bekletmeyin, işimiz gücümüz var.”
Ne o? Almayacağını bildiği halde deri montlara bakıyor. Sebep? Güya sadece değişim için gelmediğini kendilerine tip tip bakan çalışanlara göstermek ve potansiyel bir müşteri imajı çizmek için. Bir akıllı kendisi sanki… O elemanların ne insan sarrafı olduğundan habersiz, derileri okşuyor, beğendiğini belirten ifadeler takınıyor, bir hallere giriyor ki evlere şenlik. Ah tüm bunları yazarak anlatmak yerine elimde bir kamera olsaydı da gösterseydim sizlere bu adamın rezilliklerini. Neymiş, yazar olacakmış bir de. Gözlem yeteneği hak getire ama beyefendide istek, arzu tavan! Ay durun durun, aklıma ne geldi. Zamanında o beş para etmez yazılarından birini bir dergi için editöre gönderirkenki maili sizinle paylaşayım da kepazelik neymiş görün, Allah kimseyi bu duruma düşürmesin, demekten alamıyorum kendimi:
“Sayın Editör,
Hatırlarsanız zamanın behrinde sizinle ekteki yazı üzerine konuşmuş, bir yazarlık kitabı yapmak, ekteki yazıyı da önsözüne koymak ile ilgili istişarede bulunmuştuk. Siz de her zaman olduğu gibi benim ne kadar sığ, başarısız, güdük, acınası, beceriksiz işlerle hemhâl olduğumu, boyumun ölçüsüne bakmadan böylesi aptalca ve hadsizce fikirlerle size nasıl olup da geldiğimi üslûb-u lisanla, münasip bir dille değil, gayet açık seçik, pat pat, bön bön, suratıma suratıma uzun uzun detaylandırıp örneklendirip anlatmış, hakaret yağmurlarıyla yüzümü ıslatmıştınız. Tüm bunları dün gibi hatırlıyor, aklıma geldikçe korkup geceleri altını ıslatan bir çocuk acziyetiyle yorganı başımın üzerine çekiyorum. Gelgelelim bir hususu hatırlayamıyorum. Sadede gelirsem, acaba bu yazıyı müstakilen, bir dosya yazısı olarak yayımlayıp yayımlamadığınızı hatırlıyor musunuz? Şayet yayımlamadığınızı kesinkez hatırlıyorsanız, sizin de takdir buyurduğunuz gibi sizin tabirinizle tüm o ‘yazar yüzsüzlüğümü’ takınarak şansımı yeni editörümüzde denemek iştiyakıyla ekteki yazıyı, önümüzdeki 6 ay için bir devlet dairesi modunda tüm musluk başlarının ve köşelerin tutulduğu derginizde -bir umut- yayımlatmayı düşünüyorum.”
Değişim yapılıyor. Mağazadan çıkarken annesinin, “Bu hayatta dik başlı olacaksın, hakkını arayacaksın, bak, nasıl da hallettirdim,” sözleri eşliğinde mağaza camlarında göbeğine bakarak, saçlarımı toplasam mı ki, diye düşünerek ilerliyor. Annesi, hediyelik eşyaların olduğu bir dükkâna giriyor. “Melahat, Mevzuniye, Ulviye, Şekibe teyzenlere birkaç hediye alacağım memlekete gitmeden önce, istersen sen de gel,” diyor. Yan tarafta D&R var. Gözleri oraya takılıyor. Müsaade isteyip içeri dalıyor. Önce, Harry Potter asalarının bulunduğu yerde çakılıp kalıyor. Düşüncesini duysanız kahkaha atarsınız: “Keşke biri bana doğum günümde şu 500 TL’lik orijinal asalardan alsa, ne sevinirdim. Gece yorganımın altında kitap okurdum: Lumos Maxima, Lumos Maxima, Lumos Maxima!” Yanlış anlaşılmasın ha, bu düşünceler, 35’ine merdiven dayamış saçlı sakallı birine ait. Boyundan posundan da utanmıyor. Hoş, bu yaşına kadar boyunu 1.70 cm sanan ama aslında 1.68 cm olduğunu birkaç ay önce yeni öğrenen biri için pek boyu posu da var sayılmaz ya, neyse. Gezmeye devam ediyor koca kitapçının içerisinde. Boy boy rafların önünü adımlıyor, sıra sıra kitaplıkları geçiyor, tür tür kitaplara hayran hayran bakıyor. Ama en çok da İngilizce kitapların önünde zaman harcıyor. Ah biri görse de içten içe İngilizce kitaplara baktığını takdir etse. Öyle ki bunun ihtimali bile içini gıdıklıyor. Ara ara etrafına şöyle bir bakınması da bu yüzden. O kadar mutsuz ki böyle ufacık tefecik, çocuksu mutluluklar arayarak kişilik testinde sınıfta kalmamak istiyor. Kardeşinin ısrarı üzerine psikiyatra gitmeyi reddetmesinin sebebi de bu. Bu tür minik mutluluk yolları araması ve bulduğunda da çok ama çok bahtiyar olması. Tüm bunları pek matah bir şey sanıyor.
Kitapçı içerisinde ne kadar vakit geçirdi, bilemiyorum. Neden mi? Çünkü o kadar sıkıcıydı ki inanın anlatıcı olarak ben bile sıkıldım da gözümü başka yerlere çevirdim. Sonra bir ara onu, dükkândan çıkmış, ortadaki banklardan birine oturmuş, ağzından burnundan dumanlar püskürterek etrafı izlerken buldum. Saçları rüzgârda darmadağın. Sanki normalde düzgün de… Kurban olduğum Allah’ım, yan profilden burnu Cyrano de Bergerac’a rahmet okutur. Oturmasını da bilmiyor garibim, biraz daha kambur oturabilse rahmetli Suna Pekuysal’dan hallice olacak. Yüzü kederli, bakışları dalgın. Rüzgârın esintisiyle bile bir şeyler konuşur gibi. Zamanın farkına varıyor nedense birden. Geçiyor! Şaşırdığı şeye de bakın hele. Suyun ıslatışına, ateşin yakışına şaşırmak gibi bir şey bu. Ama artık öğrendik bunun tuhaflıklarına şaşırmamayı, değil mi? Durun durun, bir dakika! Ne yapıyor o öyle? Telefonunu öyle bir hızla çıkardı ki cebinden, bu hareket, instagram hesabını kontrol için değil, besbelli. Parmakları dokunmatik ekran üzerinde hızla hareket ediyor. A ah, üstüme iyilik sağlık. Yazıyor mu ne! Evet evet, yazıyor bildiğiniz. Durun Allah aşkına, çok merak ettim, ne yazıyor acaba? Başımı uzatıp da okuyayım şunun deli saçması şeylerini. Okuyup buraya da kaydedeyim de eğlenelim, gülelim biraz:
“Burnuma pis kokular geliyor. Kurtlanan dünyadan mı? Çürüyen içimden mi? Belki de küflenmiş geçmişimdendir. Ya yarınlar? Yarınlara laf yok! Bu, haksızlık olur… Onlar, henüz kalıbı üzerime oturmamış gıpgıcır, yesyeni deri montlar… Renk renk, kalite kalite ama hep aynı beden… Bir türlü kurtulamadığım göbeğimi saracak, ilkin yeniliğin verdiği rahatsızlıkla beni taciz edecek, askıya, üzerimde durduğundan çok daha yakışan… Yok, sevmedim bu misali. Gelecek, bir çift ayakkabıdır. Evet, böylesi daha anlamlı. Yürümenin, ilerlemenin gelecekle, yaşlanma ile daha yakın bir rabıtası var. Henüz yaşamadıklarımı, her birinin zamanı geldiğinde, esneme paylarını da dikkate alarak giyeceğim. Birkaçıyla yol alırken kendimi, uçar gibi bir hisle seveceğim. Yakışmanyalar da olacak. İnsanların yakıştırıp benim sevmediklerim de… Ya olumlu yorumlar almak sevdasıyla ayağımı vuran cinslerine katlanacaklarım?”
…
Devamı gelmiyor. Annesi çıktı dükkândan elinde poşetlerle. Bir haller oldu bizimkisine. Yüzüne renk geldi. Duruşuna bir eda. Gülümsüyor, espriler de yapmaya başladı. “Uzun zamandır yazamıyordum anne, demin bir şeyler yazdım, meğer bugünkü durgunluğumun sebebi buymuş. Doğum sancısı gibi… Bak, yazdım ve çok mutluyum şu an. Hadi, bir şeyler yiyelim. Oradan da açık havada bir çay falan içeriz. Oh, dünya varmış, hayat güzel be anne!” Koluna giriyor annesinin. Uzaklaşıyorlar. Gözüme, az ilerideki kitap-kafede Hakan Günday’ın ilk kitabını yazma hikâyesinden etkilenip, daha doğrusu ona özenip devayı, son bir çare olarak buraya gelip yazmakta arayan ama bir türlü beceremeyen boş gezenin boş kalfası bir genç ilişiyor. Ha, bu arada, ben kim miyim? Ben, ilham perisinin ikizi kabz cini. Ikınıp sıkınıp fikirsizlik çeken, depresyona düşen, çaresizlikle kıvranan ne kadar âdem varsa tanırım, bulurum, ilgilenirim. Bu tiplerle eğlenmek ekmeğim, suyumdur benim. İkizimden hiç haz etmem. Az önce size anlattığım ucube neden ve nasıl yazabildi sanıyorsunuz. O sevimsiz peri geldi de ondan. Ben, şu an kafedeki şu cılız, tıfıl, bitkisel yaşam formuyla ilgileniyorum. Dünya yansa umurumda değil! Ha ha, gördünüz mü, ne yapıyor bizim sırık, baktı ki yazamıyor, yan masadaki bir kızı etkilemek için çantasından kitabını çıkardı. Hem de daha ikinci sayfasına bile geçemediği kitabını… Aman nasıl da kalın, nasıl da hacimli… Bir taraftan da aklından geçen şu: “Bir çay daha içsem, otobüs parasını zaten ayırdım… Tanışırsam bir çay da ona ısmarlarım. Tamam! Hesap ucu ucuna yetiyor. Dur, şöyle sıkılmış gibi yapıp dirseklerimi masaya koyarak hafif kaldırıp okuyayım kitabı da kapağını görsün. Hem biraz havalı da görünebilirim o zaman…”
Bugün ne bereketli geçiyor böyle. Keyiften dört köşeyim desem eksik söylemiş olurum. Gün bitimine kadar böyle giderse iyi. Ama asıl malzeme gecede. Uyuyamayan gece kuşlarında. Ah benim kifayetsiz eğlence kaynaklarım! Bekleyin, geliyorum, hepinizle tek tek ilgileneceğim…
Cüneyt Dal
4 Yorum