Kasım’ın son günleriydi ve hava oldukça soğuktu. Kadınlar bir elleriyle eteklerini bir elleriyle rüzgâra karışan saçlarını tutuyorlardı. Köşedeki seyyar simitçi iki zeytinli poğaça ve üçgen peynirler dışında her şeyi satmıştı. Bugünkü hasılatı sayıp tezgâhını temizledikten sonra köprüden aşağı inen merdivenlere doğru seğirtti. Simitçi adam sekiz aydır her sabah saat yedi ile on arası aynı köşede dururdu. Onu on geçe ya da çeyrek geçe inerdi merdivenleri. Dilenci adam ise yıllardır aynı merdivenin yedinci basamağında oturur ve şapkasını ters çevirerek merdivenin tam ortasına bırakırdı. Şapkasının içinde birkaç lira bozukluk da mutlaka bulunurdu. Adam her gün aynı pozisyonda aynı merdivende yorulmadan otururdu. Buna rağmen simitçi ilk kez bugün içinden şöyle geçirmişti:
‘Ee sen saatlerce ayakta dikil simit sat, bu herif de oturduğu yerden dünyaları kazansın. Ulan, talihe bak be!’
Simitçi merdivenleri inip yoluna giderken dilenci de geçip giden insanların gözlerinin içine bakıyordu. El ele âşıklar, dostlar, telefonda bir yakınıyla konuşup gülüşenler, üşümesin diye sarıp sarmalanmış çocuklar ve onları sımsıkı tutan anneleri. Kimler gelip geçiyordu şu merdivenlerden. Sabah işe gidiş ve akşam iş çıkış saatlerinde ‘Allah rızası için’, ‘Ne olur bir ekmek parası’, ‘Açım abi’ şeklinde üç cümleyi peş peşe sıralıyordu dilenci adam. Sesi kısılana, dudakları kuruyana, açtığı sağ avucu uyuşana kadar dileniyordu. Ama bugün ilk defa yüzlerini seyrediyordu bu insanların. Göz ucuyla da olsa ona baksınlar ya da selam versinler istiyordu. Hatta eli tutulan o küçük çocukların yerinde olmayı istiyordu. Onların ellerini kıskanıyordu. Evet, biliyordu yeniden küçük bir çocuk olamazdı ama en azından kol kola yürüyen şu iki ihtiyardan birinin yerinde olabilseydi.
Hiç alışık olmadığı duygulara teslim etmişti kendini bugün. Yüreği daralıyor, beyni karıncalanıyordu. Bugün bu merdivenlere daha fazla tahammül edemeyeceğini düşündüğünden şapkayı kendine doğru çekti. İçinde dört lira seksen beş kuruş vardı. Sabahtan beri şapkasında birikenleri kimseler görmeden pantolonunun cebine dolduruyordu. Saat on buçuktu ve neredeyse üç saatte elli iki lira altmış beş kuruş kazanmıştı. -Bundan daha fazla kazandığı da olmuştu.- Bugün bir beşlik ve onluk bırakan iki genç adam dışında sarışın bir kadın kabanının cebindeki tüm bir liraları şapkanın içine doğru savurmuştu. -Eğilmeye tenezzül edecek değildi tabiî- Bir liralar birbirine çarparak şapkanın içine yayılmıştı. Dilenci, eğer karıştırmıyorsa sekiz adet bir lira attığını hesap etmişti sarışın kadının. Birliklerin üç tanesi parlak ve olimpiyatlar için bastırılan özel seriye aitti. Paraların en bozuk kısmını ise küçük bir çocuk bırakmıştı şapkaya. Çocuk kendisinden daha ağır bir palto ile paytak paytak yürürken annesi kulağına eğilip bir şeyler söylemiş ve avucuna cüzdanındaki tüm bozuklukları boşaltmıştı. Çocuk, minicik avuçlarına yakışan beş kuruşları şapkanın içine bırakıp hızlıca annesinin ellerine dönmüştü.
Göğsündeki sıkıntı iyiden iyiye ağırlaşıyordu. Birkaç dakika karıncalanan bacaklarının açılmasını bekleyip merdivenleri bir çocuk gibi tek tek indi. İlk defa işi bu kadar erken bırakıyordu. Bir yandan soğuk terler akıtıyor bir yandan da boynunu ceketinin içine doğru saklayarak rüzgârdan korunmaya çalışıyordu. Bu kadar üşümüşken atkı misali sarılmak istiyordu bir yüze. Utanmasa ağlayacaktı koca adam. Artık, duyguları bütünüyle ele geçiriyordu ruhunu. Şapkasının içine bırakılan vicdan gürültüleri mutlu etmiyordu onu aslında. Bir kalbin içinde olmayı umut ediyordu bazen. Sahip olamadığı, hep eksikliğini duyumsadığı bir uzaklığı yakın kılmak istiyordu kendine.
Bugüne kadar dilenerek kazandığı paralarla rahat etmişti. -Tabiî mesai saatleri dışında- Yeraltından hatırı sayılır dostları da yok değildi ama O, başka türlü bir muhabbete hasretti. Belki yaşlandıkça bu kadar gariban hissetmeye başlamıştı. Bilmiyordu. Dilenirken kendisine acıyarak bakan insanların bakışlarına alışmıştı. Bunu kimlik değiştirmek olarak yorumluyor ve umursamıyordu. Ekmeğini böyle bir yoldan kazanmaktan hiç gocunmamıştı şimdiye kadar. Zaten insanlar, birilerinin acınacak durumda olduklarını görmeye ve bilmeye muhtaçtılar. Evet, böyle düşünüyordu ve bir bakıma yaptığı işi bir amme hizmeti olarak kabul ediyordu. Bir iş yapıyordu ya da hizmet adı her neyse işte. Doğal olarak karşılığında bir şey/ler kazanmalıydı. Kazanıyordu da. Çünkü O, İnsanlara ‘Ben bir zavallıyım, karnım aç, üşüyorum, pislik içindeyim. Bana bak ve sonra haline şükret’ şeklinde bir ibretlik cümle gibiydi. Hem insanlara daha başka nasıl faydalı olabilirdi ki? Ama her meslekte olduğu gibi bu mesleğin de beraberinde getirdiği deformasyonlar vardı. Mesela hiçbir zaman gönlüne göre yıkanamıyordu. Temiz, ak pak bir gün geçirmiş miydi, hatırlayamıyordu. Tenine sinmiş kirin kokusundan kendisi bile tiksiniyorlardı. Bazen ısınmak için avuçlarına doğru nefesini üflese hemen geri çekiliyordu. Yine de katlanıyordu işte. İşi için kendisine bile…
İçindeki o korkunç sıkıntı ve ruhunu inciten türlü düşüncelerle bindi trene. Son durağa kadar gidecekti. Birkaç durak sonra uykudan gözleri ağırlaştı. Böyle tatlı bir uyku hep yatağında olmadığı zaman çalıyordu insanın kapısını. Uyuyacağını hissetmesinden birkaç saniye sonra dalıp gitti. Tren son durağa vardığında ortalıkta kimseler kalmamıştı. Vagonları kontrol eden bir görevli üstü başı pespaye bu adamı görüp sertçe omzunu dürttü. Omzundaki sızı tüm vücuduna yayılana kadar ayıldı uykusundan. Etrafına şöyle bir bakınıp vagonda kendisinden ve asabi görevliden başka kimsenin olmadığını görünce kalktı yerinden. Ağır adımlarla eve doğru yürürken her yanı yırtık ceketinin iç cebinden bir sigara çıkardı. Sigarasını yakıp bir iki nefes çektikten sonra duraladı. Telaşla ceplerini yokladı ve neredeyse iki haftalık hasılatı içinde sakladığı kesenin yerinde olmadığını fark etti. Tekrar tekrar yokladı ceplerini ama nafile! Ağzından tükürük yağmuru şeklinde şu cümle döküldü, kederli ve sitemli:
“Emeğimizi şerefsizin biri araklamış! Demek huzurlu bir uyku uyumak da harammış bana be hey çengi dünya alacağın olsun!” Şapkasını hiddetle bir köşeye savurdu ve sigarasından derin bir nefes alıp dumanını savururken âdeta bağırarak:
“N’eme benim hayaller kurmak, n’eme benim atkı olup bir yüze sarılmak, n’eme benim dost edinmek” diye söyleniyordu. Hırsından delirecek gibiydi sanki. Homurdanıp duruyordu. Sigarasından bir nefes daha alıp:
“Yarın merdivenlerde yarı çıplak oturup açım diye öyle acıklı bağıracağım ki kendi tokluğunuzdan utanacaksınız ulan namussuzlar! Bu insanları kandırmak mubahtır hatta sevaptır be sevap!”
Ettiği zararı hesapladıkça deliriyordu. Bir an evvel açığı kapatmalıyım diye türlü hesaplar yaptı. Daha fazla acımalılardı ona. Daha fazla vicdanları sızlamalıydı. “Âh” dedi. “Âh ulan aptal kafam hem senin n’ene kalpsizliğine kalp aramak!”
Sinirden ne yöne gittiğini bilmeden yürüyordu ki alnında bir ıslaklık hissedince duraladı. Başını hafifçe kaldırıp bakınca bir karganın, tepesinden uçtuğunu gördü. Alnının tam ortasından burnuna doğru bir sıcaklık yayıldı birazdan. Elini alnına götürüp parmaklarına yapışan pisliği görünce haykırmaya başladı:
“Kese sizde kalsın ulan namussuzlar. Talih bende kaldı talihhh!”
Kübra Tolak
4 Yorum