*
Sokrates’in Karısı: Seni haksız yere öldürüyorlar.
Sokrates: Ne yani, haklı mı olsalardı!
*
İki mutlu adam… Çıkageldiler. Aydınlığın içinden… Ellerinde birer tebeşir vardı. Kol kola geldiler. Gülümsüyorlardı. Yeteri kadar yol yürüklerini düşünmüş olacaklar ki durdular. Her şeyin bu denli yolunda gitmesi onları kuşkulandırmıştı. İnsan, tarih boyu mutsuzluk ve anlaşmazlıklarla yoğrulmuştu sonuçta. “E biz de insanoğlundan olduğumuza göre…” İşte, bu düşünceyle dostluklarını, yolculuklarını, yoldaki yerlerini sorgulama gereksinimi duydular. Ve tam da bu sebeple durdular.
Biri, diğerine baktı. Diğeri, belli belirsiz bir baş hareketiyle dostunu doğruladı. Bunun üzerine diğeri çömeldi ve yere kocaman bir sekiz rakamı çizdi. Ardından doğruldu. Yerde boylu boyunca yatmakta olan şekli işaret ederek, “Sekiz!” dedi tam karşısında duran dostuna. Sesinde bir tatmin, özgüven, bir haklılık seziliyordu. Eserini beğeniye sunan sanatçılara has bir tavır vardı duruşunda.
Karşısındaki gülümsedi. İşaret parmağını, o âna dek var olmamış o yerdeki şeye, hareketine öğrenilmiş bir davranış görünümü vererek doğrulttu. Sonra da tıpkı arkadaşı gibi, “Sekiz!” dedi. Gülümseme, bu kez karşısındakinin yüzünde belirdi. Sevinç, bir hastalıktı sanki. Bulaşmıştı. Şimdi de git gide yayılıyordu. Öyle ki kahkahaları göğü çınlatıyordu. Çünkü bu iki farklı kişinin aynı ifadeleri, herhangi bir sorunun olmadığına işaret ediyordu. İçlerinde bulunduğu durum, tıpkı onların sekiz rakamına yaptıkları gibi onları işaret ediyor ve hükmü veriyordu: “Haklılar!” Yanılmamışlardı işte. Yerdeki şekli, topuklarıyla bir izmariti söndürür gibi ezerek tam sekizin boğumunda birbirleriyle kucaklaştılar. Şimdi yollarına devam edebilirlerdi. Bir sonraki durağa dek…
Yolculukları esnasında birçok insan gördüler, çeşitli olaylara tanık oldular. Susanlar vardı. Bunlara, “Pısırık!” dediler. Konuşanlar vardı. Bunlara, “Kuru gürültücüler!” dediler. Bakanlar vardı. “Tekinsizler!” dediler. Koşanlar vardı. “Zamansızlar!” dediler. Dinlenenler, dolaşanlar, çekişenler, kahkaha atanlar… Her birine oy birliğiyle bir yakıştırma yaptılar. Çevrelerinde en ufak bir belirsizlik kalmamalıydı. Dillendirmiyorlardı ancak bu tutumlarıyla huzursuzluk denen lâneti tabutundan hortlatmamaktı tüm uğraşları. Bu, bir tür refleks, bir çeşit içgüdüydü onlar için. Her yeni bir şeyle karşılaştıklarında “Bilmem…”, “Kim bilir!” ya da “Hayırdır inşallah…” diyemiyorlardı. Onlar için her şey gayet açık ve netti. Çünkü haklıydılar. Tâ ki uçanları görene kadar…
İkiliden biri, “Ama insan uçamaz ki…” dedi. Sekiz rakamının çizeri, “Ama gözlerimizle gördük,” dedi. Ve bir tedirginliktir aldı iki arkadaşı. Durdular. Demek bir sonraki durak dedikleri yer burasıydı. Bir tür düellodaydılar sanki. Birbirlerinin karşısındaki yerlerini aldılar. Dostu, sekiz çizeri dostuna sorgulayıcı bakışlarla dikti gözlerini. Bu, bir onay bekleme bakışıydı. Diğeri sert bir baş hareketiyle onayladı arkadaşını. Bunun üzerine adam çömeldi ve elinde sıkı sıkıya tutuğu tebeşirle yere kocaman bir dokuz rakamı çizdi. Ardından doğruldu ve yeri işaret ederek meraklı bakışlarla, “Dokuz!” dedi. Arkadaşının ağzından çıkan bu sözle karşıdaki sarsılmıştı sanki. Söz, söz değil, bir mermiydi. Görünen o ki mermiden tek farkı, acıdan çok öfke oluşturmuş olmasıydı.
Arkadaşı, kendini toparladıktan sonra dokuz rakamı çizerine baktı ve keskin bir işaretle, “Altı!” dedi. İşte, korktukları başlarına gelmişti. Bu an ve durumun ihtimalini şimdiye dek dile getirmekten öyle bir kaçınmışlardı ki kendileri bile bu korkularının farkında değillerdi.
Dokuz çizeri, bir boşluğa düşmüşçesine, “Dokuz,” diye yineledi. Sekiz çizeri büyük bir şaşkınlıkla, “Altı,” diye haykırdı dostunun yüzüne hayretle bakarak. İlerleyen dakikalarda sözlerinde bir değişiklik olmadı olmasına ancak görünüşte birçok fark vardı eski durumlarından. Sesleri daha yüksek çıkıyor, üslupları git gide daha sert bir hâl alıyordu. Bu noktada ikisi de haklıydı; çünkü ikisi de kendince haklıydı. Sonuçta haklılık, büyük bir güçtü.
Neden sonra bu ikisinin yanından geçmekte olan bir başka yolcu, bu iki eski dostla ilgili hüküm verecek kadar onları gözlemlemiş olacak ki, “Aptallar!” dedi onlara, “empati kadar insancıl bir şeyi dahi beceremiyorsunuz!” Bu bir yönüyle öğüt, bir yönüyle azar anlamı taşıyan sözle ikisi de bir süreliğine durdu. Birbirlerine baktıktan sonra, “Neden olmasın?” dedi biri. “Ne kaybederim ki?” dedi diğeri. Ve şu çetrefilli dokuz veya altı meselesine birbirlerinin gözünden bakmanın faydalı olacağını düşünmüş olacaklar ki yer değiştirmeye karar verdiler.
Dokuz çizeri, rakamın yuvarlak kısmında durdu. Sekiz çizeri ise meseleye altının çengel kısmından bakmak üzere yerini aldı. Dokuzun çizeri, yere bir dokuz çizdiğinden o kadar emindi ki… Ancak şu anda gördüğü şüpheye hiçbir yer bırakmaksızın koca bir altıydı. Pişmanlığını dile getirircesine arkadaşına hak vererek işaret parmağını hazırladı ve sinmiş bir sesle, “Altı…” dedi. Diğer taraftan haklılığı hakikatinin empati büyüsüyle bozulmayacağından adı gibi emin olan sekiz çizeri, “Biliyordum…” dercesine bir özgüvenle gülümsedi. Fakat bu sevinci çok kısa sürdü. Yeni yerinde gözlerini rakama çevirdiğinde büyük bir şaşkınlık yaşamıştı çünkü. Gözlerini ovaladı biraz. Ardından derin nefesler alma ihtiyacı hissetti. Hazır olduğunu hissettiğinde de neler olduğunu anlamaya çalışarak titrek eliyle işaret edip, “Dokuz,” dedi. İşte, yine bir didişmedir başlamıştı aralarında. Onları, en son ellerindeki tebeşiri birbirlerine fırlatıp ağır sözlerle ağızlarından tükürükler saçarken gördü yalnız fakat bilge bir yolcu. Öyle ki altlarındaki şekil, onlara ring olmuştu. Dokuz şeklinde çıkışı olmayan bir labirent, altı şeklinde dibi olmayan bir girdap görünümüne bürünmüştü mesele onlar için.
Zaman, ya söndüren ya da körükleyen çatallı diliyle hayatı yoklarken, söz konusu ikilinin bahtına zehri, ikinci taraftan yemek düşmüştü. Bilge yolcu onlara, “Karanlıktakiler,” dedi. Sonrasında da hiç oyalanmadan onları geçip yoluna devam etti. Çünkü biliyordu ki artık bu ikisi için yapılabilecek hiçbir şey kalmamıştı. Yoluna devam ediyordu. Gür sesiyle düşüncelerini kanatlandırarak:
“Karanlıktakiler… Aydınlıktan geldiler. Mutluluk ülkesinden… O hiç var olmamış topraklardan… Çıkageldiler. Ellerinde tebeşirlerle… Yetenekliydiler. Soru sormada, sorun çıkarmada üstlerine yoktu. Ama ne yazık ki haklıydılar. Bilmiyorlardı ki haklılık, bu yeryüzünün ilk günahıdır. Keşke bilselerdi ilk kan, kendince haklı bir adamın davası sebebiyle döküldü. Karanlıktakiler… Bilselerdi…”
Cüneyt Dal
2 Yorum