İlyas Hızır, şimdiye değin hiç olmadığı kadar neşeli ve keyfi yerinde olarak uyandıysa da siyah pantolonunu, -aynı markanın aynı renk olan pantolonundan dolabında tam beş adet vardı- krem rengi kazağını ve en sevdiği deve tüyü kabanını -bu kaban onun tek kabanıydı- giydikten sonra hâkî beresini bulamayınca tüm neşesini kaybederek her zamanki agresif hâline döndü. Odada dört dönüyor, gardırobu boşaltıp geri yerleştiriyor sonra tekrar boşaltıyordu. Komodinin tüm gözlerine ve hatta bazanın altına da baktıysa da bereyi bulamadı. Aynaya tekrar baktığında öfkesi hafif diniyor, çok şık gözüktüğünü düşünüyor ama sonra biraz dikkatli baktığında bu kombin için eksik parçanın hâkî beresi olduğunu ve o olmadan tamamlanmamış, tıpkı üzerine zeytinyağı gezdirilmemiş salata veya cevizsiz elmalı kurabiye gibi yavan kaldığını düşünüyordu.
Bugün İlyas Hızır ve yakın arkadaşı Ali Kaya buluşacaktı. Her cumartesi mutlaka buluşurlar. Ali Kaya avukat. Görevlendirme ile Aile İçi Büro Amirliğine bağlı olarak çalışıyor. İlyas Hızır ile de bu vesileyle tanıştılar. Hayır, İlyas Hızır Aile İçi ve Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Şube Müdürlüğünde çalışmıyor. Bu onun çalıştığı eski şubesiydi. Şimdi Sosyal Hizmetler Şube Müdürlüğünde çalışıyor. C dilimi rahatsızlığı olduğu için görevlendirmesini bu şubeye yaptılar. Aslında İlyas Hızır elli iki yaşında ve emekliliği geldi ama çalışmaya devam ediyor. Çünkü ülkenin refah düzeyi insanın emekli olup bir kenarda dinlenmesine müsaade etmiyor. Evet, bu İlyas Hızır’ın düşüncesi.
İlyas Hızır darmadağın odada yukarı aşağı mekik dokurken bereyi annesine sormayı akıl ediyor. Annesi Naime Hızır, ev hanımlığından emekli. Naime Hızır’ın kocası İsa Hızır rençberdi. Sabahın ilk vaktinden güneşin tepeye ulaşmadığı öğle öncesine kadar tarla tapanla uğraşır, eve dönüp biraz dinlendikten sonra ikindi serinliği ile akşamın son vaktine kadar çalışmaya devam ederdi. Günler böylece geçerken, İsa Hızır’ın ne hafta sonu tatili ne izin günü yokken yani, bir gün, her zamanki gibi çalışırken gömleğini biçerdövere kaptırmasıyla günler öylece geçmez oldu. Devamında ne olduğunu söylemeye gerek yoktur herhâlde. Naime Hızır bir yandan kocasından kalma kendi tarlalarıyla ilgilenerek bir yandan da eş dost akrabanın tarlalarına yevmiyeli giderek çocuklarını okuttu. Çocukları memur olarak çalışmaya başladığındaysa nihayet bir miktar soluklanabildi. Allah uzun ömürler versin, ev hanımlığı mesaisi o kadar da yormuyordu kendisini. Ne de olsa biricik oğlu, İlyas’ı dayanağı olmuştu.
Naime Hanım ne yazık ki berenin yerini bilmiyordu. İlmeği örgü şişine geçirmeye çalışırken yakın gözlüğünün üzerinden oğlunu süzdü. Her yere bakıp bakmadığını sordu. Her yere bakmıştı ama yoktu işte. Böylesi durumlarda, istediğine kavuşamayınca mesela, İlyas Hızır çocuklaşır. Adeta elli iki değil de iki veya on iki yaşında bir çocuk gibi huysuzlanır. Onun mimikleri, ani hareketleri, kıpkırmızı suratı bir çocuğun tepinip zırlamasından pek de farklı gözükmez dışarıdan bakanlara. Şimdi de bir hışım odasına gidiyor, defalarca kontrol ettiği giysilerine elini uzatıp yalandan bakınır gibi yapıyor, sonra ağzından tükürükler saçarak, “yok işte!” diye söyleniyor. Bunu söylerken ş sesini s sesi gibi t sesini de f sesi gibi çıkarıyor. İlyas Hızır’ın c diliminden rapor almasına sebebiyet veren hastalığı bu duruma yol açıyor. Harfleri düzgün çıkaramamasına. Üç yıl önce dilinde kronik ağrı şikâyetiyle gittiği hastanede dil kanseri teşhisi konuldu. Hacettepe’den, tedavi sürecinin belirlenmesi için dilinden örnek kitle istendi. Tedavisi Hacettepe’de kararlaştırılıp memleketinde gerçekleştirildi. İlaçla tedavi ve uzunca bir radyoterapi süreci sonrası, eskisi kadar olmasa da sıhhatine kavuştu. İşte bazı harfleri düzgün çıkaramayışı bu radyoterapi sürecinden geriye kalan bir durum.
Zaman hızla geçip vakit neredeyse on ikiye vuracakken İlyas Hızır derin bir ümitsizliğe kapıldı. Sanırım beresini bulamayacaktı. Biraz düşündükten sonra aklına parlak bir fikir geldi. Buluşmayı iptal edecekti. Evet, evet. Beresini bulamadıysa buluşmayı iptal edebilirdi. Belki daha sonra bir yerlerden çıkardı. Hep öyle olmuyor muydu zaten? İnsan arayıp da bulamadığına iş işten geçtikten sonra kavuşuyordu.
Her ne kadar ilk anda parlak bir fikir gibi gelse de daha sonra bundan vazgeçti. Belki de arkadaşı Ali Kaya’nın beresinin nerede olduğu hakkında bir fikri vardır. Belki bir önceki buluşmalarında beresini onun arabasında unutmuştu. Tabiî ya! Aynen öyle olmalıydı. Kesinlikle beresi onun arabasında kalmıştı.
Buluşmak üzere anlaştıkları vakte daha birkaç saat vardı ancak İlyas Hızır daha fazla bekleyemezdi. Bir an önce buluşma yerine varmak, sonra Ali Kaya ile görüşmek, beresini onun arabasında unutmuş olabilir mi diye sormak istiyordu.
Dışarı çıktığı ilk ânda soğuk rüzgâr yüzüne vurdu. Kabanının düğmelerini iliklemeye çalışırken “Hay aksi!” dedi. “Berem olsaydı başım bu kadar üşümezdi.” Bunu söylerken r sesini v ile ğ arasında gidip gelen bir sesle, z sesini s sesine benzer bir sesle çıkardı. Evet, hastalığı sebebiyle.
Kabanının yakasını yukarı, kulaklarına kadar kaldırdı. Arada da kontrol ediyordu. Şimdi beresi olsaydı böyle bir şey yaşamazdı. Kulakları üşüyordu. Hem saçları da seyrekleşmişti. Bir yandan kaybolan beresine, bir yandan memuriyetin kendisinde bıraktığı tahribata sövüp sayarken yürümeye devam etti.
Elini kulaklarına ve başına götürüyor, korumaya çalışır gibi hareketler yapıyordu. Âh şimdi berem olsaydı, hiç böyle uğraşmazdım, diye geçirdi içinden. Bir berenin, hayır, o berenin, başını ve kulaklarını soğuktan koruyacağına emindi. Ama yoktu. Kaybolacak günü buldu, diye düşündü. Nasıl kaybolmuş olabileceğine dair tahminlerde bulunmaya başladı. İş yerinde unutmuş olabilir miydi? Hayır, bu hafta boyunca hava pek de soğuk sayılmazdı. Beresini yalnız çok soğuk havalarda yanına alıyordu. Bu hafta, bir çarşamba pazarına gitmek için dışarı çıktı. Ama orada kaybolmuş olamazdı. Başından düşse hissederdi. Veya bir hırsız sinsice yaklaşıp başından çekip aldığında. Yoksa böyle mi olmuştu? Yani çalınmış olabilir miydi? Bu düşünce paniklemesine sebep oldu. “Ya çalındıysa?” dedi. Bunu söylerken ç sesini ş sesi gibi çıkardı. Eğer çalındıysa bir daha nasıl bulacaktı? Gidip polise ihbar etmeliydi. Bu düşüncesinden hemen sonra kendi kendine, aptal diye düşündü, sen zaten polissin. Evet, İlyas Hızır zaten polisti. Sonra kendisini sakinleştirmeye çalıştı. Yıllardır, yani hastalığına kadar uzun bir süre, suçluların peşinden koşmuştu. Elbette bir hırsız yakınlarında dolaşsa onu kokusundan bile tanıyabilirdi!
İlyas Hızır durakta dolmuş beklerken lacivert bereli adama, kapüşonlu mont giymiş gence, omuz şalını başına dolamış ihtiyar kadına imrenerek baktı. Ellerini birbirine sürtüp ısıtmaya çalışıyor, sonra da ısındığını düşündüğü ellerini boynunda ve kulaklarında gezdiriyordu. Dolmuş nihayet gelmişti. Boş olan son yere de birlikte dolmuş bekledikleri ihtiyar kadın oturmuştu. Bu gençlerde de hiç insaf yoktu. Kendisi gençliğinde hep ihtiyarlara yer verirdi. Ama şimdiki gençler… Böyle düşünürken, elli iki yaşın ihtiyar sayılabilecek bir yaş olup olmadığının muhasebesine girişti. Aslında o kadar da ihtiyar sayılmazdı. Şimdilerde yetmiş yaşında insanlar bile çalışmaya devam ediyordu. Tabiî bunun sebebi dinç olmaları değil çalışmaya mecbur olmalarıydı. Yine de çok yaşlı olmadığına kanaat getirdi. İlyas Hızır kendine yer vermeyen gençlere içten içe kızmak yerine teşekkür ediyordu artık. Kendisini çok yaşlı görmedikleri için minnettardı.
Dolmuşun sıcaklığı sebebiyle bir süreliğine beresini unuttu. Biraz sonra yolculardan birinin inmesiyle koltuklardan biri boşaldı. İlyas Hızır etrafına bakınıp ayakta kendinden yaşça büyük kimsenin olmadığından emin olduktan sonra boşalan yere oturdu. Bir süre sonra vücudunda ağırlık yaptığını hissettiği başını cama yasladı. Başını cama yaslar yaslamaz hissettiği soğukluk ile beresini tekrar hatırladı. Başını çekip doğruldu. Arkadaşı Ali Kaya’nın, beresinin nerede olabileceğine dair bir fikri olduğunu umuyordu.
İlyas Hızır dolmuştan indikten sonra, buluşacakları alışveriş merkezine gitti. Buluşma vaktine hâlâ biraz vardı. Bu sırada namaz kılmak için alışveriş merkezinin mescidine gitmeye karar verdi. Namazdan sonra arkadaşı gelmiş olurdu belki.
Namazı bitip dua etmeye başladığında gözü ön taraftan sol köşedeki adama takıldı. Daha doğrusu adamın kafasındaki hâkî bereye. Birden yerinden doğruldu. Adamın yanına gidip yüzünü kendisine çevirmek niyetiyle omzundan tuttu. Neye uğradığına şaşıran adam, ne yapıyorsun der gibi İlyas Hızır’a baktı. İlyas Hızır adamın hâkî beresinin üstünde yazan İngilizce yazıyı görünce kendi beresi olmadığını anladı. Kendi de yaptığı işe şaşmıştı. Pardon, dedi sonunda. Hâkî bereli adam, bu garip, konuşmasında da bozukluk olan adama aldırış etmemeye çalışarak duasına devam etmek üzere önüne döndü. İlyas Hızır aceleyle mescitten ayrılmak üzere ayakkabılığa doğru hızlandı.
Bereyi iyice kendine dert edinmişti. Alışveriş merkezinde olduğu için artık üşümüyordu ama beresi yokken kendini eksik hissediyordu. Az önce yaptığı davranıştan dolayı biraz utanmıştı. Kendi beresi değildi işte. Hem, herhangi birinde beresinin ne işi vardı? Eğer o adamın beresinde öyle bir yazı olmasaydı kendi beresi olduğunu düşünüp adamla tartışmaya başlar mıydı acaba? Yok canım, o kadarını da yapmazdı. Yapmazdı değil mi?
Buluşma vakti gelip çattığında Ali Kaya’nın, nerede olduğunu öğrenmek için İlyas Hızır’ı aramasıyla birkaç saniyelik bir telefon görüşmesi gerçekleştiriyorlar. İlyas Hızır, selamını aldıktan sonra “her zamanki yerde” diyor arkadaşına. Ali Kaya, arkadaşının rahatsızlığına artık alışmış olduğundan ne dediğini hemen anlıyor. İlk başlarda, tedavi henüz yeni sonlanmışken yani, arkadaşı İlyas Hızır’ın kurduğu cümleleri anlamakta epey zorlanmıştı. Arkadaşının ne dediğini bazen anlamıyor, çünkü bazı kelimeler birbirine çok benziyor, ses değişimleri kelimeleri yanlış anlamasına sebep oluyordu. İlk başlarda İlyas Hızır da bu duruma epey üzülüyordu. Annesi Naime Hızır, en yakın arkadaşı Ali Kaya, iş arkadaşları, apartmandaki komşular, marketteki kasiyer ve iletişim kurması gereken diğer tüm insanlar söylediğini ikilettiklerinde, ne demek istedin diye sorduklarında kalbi inciniyordu. Bu koca cüsseli adam, böyle olduğunda dokunsalar dağılacakmış gibi oluveriyordu.
İkinci katta yürüyen merdivenlerin önünde buluştular. Aslında İlyas Hızır oradaydı. Ali Kaya da buluşma noktasına geldi. Sarılıp kafalarını tokuşturdular. Sonra bir üst kata, her zaman yemek yedikleri restorana gitmek için yürüyen merdivene geçtiler. İlyas Hızır beresini sormak için sabırsızlanıyordu. Ancak ayaküstü sormak istemiyordu. Oturduklarında soracaktı.
Boş bir masaya geçip siparişlerini verdiler. İlyas Hızır öylesine bir konu açar gibi konuşmaya başladı. “Hani benim şu hâkî bere var ya…” dedi. Arkadaşı Ali Kaya’nın kendisini onaylamasını istiyordu. “Hangi bere?” diye sordu Ali Kaya. İlyas Hızır bu soru karşısında huzursuzlandı.
“Hani şu… geçen buluştuğumuzda kafamda olan bere.”
“Geçen buluştuğumuzda bere takmamıştın sanıyorum.”
“Olur mu… hani şu en sevdiğim hâkî bere…”
“Senin hâkî beren mi vardı? Hatta senin beren mi vardı? Dostum, inan hiç hatırlamıyorum.”
“Senin arabanda unutmadım yani?”
“Yok ya hu. Unutsaydın fark ederdim muhakkak.”
“Anladım.” Anlamıyordu. Nasıl fark etmezdi beresini? Bir de beren var mı diye soruyordu dalga geçer gibi. Elbette beresi vardı. Kaç yıllık dostlardı oysa. Hiç mi fark etmemişti hâkî beresini?
Yemekleri gelince pek konuşmadan yiyorlar. Aslında Ali Kaya arada sohbet konusu açıyor, bazı konularda arkadaşına fikrini soruyordu ama İlyas Hızır kısa cevaplarla, mimiklerle veya evet ve hayır anlamına gelen seslerle geçiştiriyordu arkadaşını. Ali Kaya bir ara iyi olup olmadığını sordu arkadaşına. İlyas Hızır bu soruyu da geçiştirmek istedi. “Havalar soğuk, midem kötü oldu sanırım. Berem de olmayınca…” dedi ellerini istemsiz kulaklarına doğru götürürken. Ali Kaya, “Üzülme çıkar bir yerlerden” diyerek arkadaşını teselli etti. Ama İlyas Hızır pek teselli olmuş görünmüyordu. Yemek boyunca aklından yüzlerce düşünce geçti. Beresinin nerede olabileceğine dair fikirler yürüttü. Hatta bir ara Ali Kaya’nın o yumuşacık, sıcacık tutan hâkî beresini aldığını ve bunu kendisinden gizlediğini bile düşündü. Bir müddet bu düşünce zihninde döndü durdu. Bir süre sonra böyle düşündüğü için derin bir utanç duydu.
Nihayet yemeklerini bitirdiklerinde alışveriş merkezinin tuvaletine gittiler. Ellerini yıkarlarken aynada kendini gören İlyas Hızır, bir kez daha beresinin eksikliğini iliklerine kadar hissetti. Şu güzelim deve tüyü kabana ve içindeki kaliteli iplikten sık örülmüş krem rengi kazağına ne de yakışırdı hâkî beresi.
Haftaya tekrar buluşmak üzere sözleştikten sonra ayrıldılar. Ali Kaya, “bu sayılmaz” demişti arkadaşına. İlyas Hızır da yine tek bir kelam etmeden başıyla onayladı arkadaşını. Dönüşte Ali Kaya, arkadaşını evine bıraktı. İlyas Hızır arabada sürekli kıpırdanıyor, bir bahaneyle sağa sola, torpido gözüne, paspasın altına falan bakıyordu. Ya, “bir kaset takalım da keyfimiz yerine gelsin” gibi hiç âdeti olmayan şeyler söylüyor ya da “ehliyetin yanında, değil mi? dost falan demem, gözünün yaşına bakmam” gibi komik olmayan espriler yaparak etrafı kurcalıyordu. Ali Kaya arkadaşının bu hâline bir anlam veremese de insanın zaman zaman böyle şeyler yaşayabileceğini, anlamsız bir ruh haline bürünebileceğini düşünüyordu. Ne de olsa bu çağda insan delirmediğine şükretmeliydi.
İlyas Hızır eve varınca kendini salondaki koltuklardan birine attı. Artık beresini düşünmek istemiyordu. Kahrolası bere nereye kaybolduysa orada kalmaya devam edebilirdi. Bugün çok şıktı ama görünümünde bir eksiklik olduğu hemen anlaşılıyordu. Üstelik çok üşümüştü. Kulakları ve başı donmuştu. Hem şu aptal bere saçma sapan davranmasına da sebep olmuştu. “Neredeysen hiç çıkma ortalığa” dedi. Bunu söylerken r seslerini v ile ğ arası bir sesle, ç seslerini ş sesi olarak çıkardı. Ğ sesini ise neredeyse hiç çıkaramadı.
Biraz sonra Naime Hanım elinde bir albümle çıkageldi. İlyas Hızır’ın oturduğu koltuğun hemen karşısındaki koltuğa otururken “bak ne buldum” dedi oğluna. İlyas Hızır annesine karşı her zaman için çok saygılı ve ilgili olmuştur ama şu an o kadar yorgun, üzgün ve bezmiş hissediyordu ki annesine bir şey demedi. Hiç kıpırdanmadı bile. Naime Hızır albümün sayfalarını karıştırırken bir sayfada durdu. Bak, dedi. “Burada ne kadar da tatlı çıkmışsın.” Sonra hafızasını biraz zorladı. “Hatırladım!” dedi. “Hani sen çocukken çarşıda geziyorduk. Bayramlık almaya çıkmıştık İdris’le sana. Sen mağazalardan birinin vitrinindeki bereyi çok beğenmiştin. Tutturmuştun ille alalım, diye. Paramız çıkışmamıştı ama. O zamanın parasıyla otuz liraydı. Epey pahalıydı. O paraya bere mi olur? Rengi güzelmiş ama. Ne diyorlardı bu renge? Hah… Hatırladım. Hâkî. Sen de hatırladın mı oğlum?” Naime Hanım konuşurken oğlu İlyas Hızır çoktan başına dikilmiş albümdeki fotoğrafa bakıyordu. Gözlerinden bir damla yaş mı düşmüştü ne? Gözüne toz kaçmış olmalıydı. İlyas Hızır, “Hatırladım” diye yanıtladı yutkunarak.
İlyas Hızır, biraz dinlenmek üzere odasına geçti. Annesi Naime Hanım’a böyle söylemişti. Işığı yaktı. Giysilerini çıkarmaya başlayacakken aynada kendini gördü. Baştan aşağı kendini süzdü. Çok şık gözüktüğünü düşündü. Keyiflendi. Siyah pantolonun üzerindeki deve tüyü kabanı, kabanın içine giydiği krem kazağıyla güzel bir uyum yakalamıştı. Adeta dört dörtlük olmuştu. Tek bir eksik bile yoktu.
Hasna Para
8 Yorum