Belki de Senin Hikâyendir

Kerim Kolat belki de senin hikâyeni anlattı. Kendini okumaya cesaretin var mı?

***

Günün ilk ışığıyla evden çıktı. Bahçeye indiğinde, geceki kar yağışının aracın üzerini beyaza bürüdüğünü gördü. Fırçasını alıp camları temizledi. Babasından yadigâr minibüsün bu havada yürümesi için, ısınmaya ihtiyacı olduğunu daha önceki tecrübelerinden biliyordu. Marşa basıp beklemeye başladı. Üşümüş elleriyle bir sigara yaktı, ciğerlerini ısıttı.

Sokağın başından, ağır adımlarla yürüyen Aslangeri Efendi ile uzaktan selamlaştılar. Camiden geldiği belliydi yaşlı adamın. Başındaki takkesi hafif yana düşmüş olduğu halde parmak uçlarına bakarak ilerlemeye çalışıyordu.

Mahallelinin derin saygı duyduğu uzun boylu, yapılı bu adam; adı gibi yiğit, lakâbı gibi mütevazı birisiydi. Dedeleri; Çerkez Sürgünü’nde, Çarlık Rusyası döneminde Kafkasya’dan Osmanlı Devleti topraklarına sürülüp, tehcir edilen Kuzey Kafkas halkındandı. Memurluğun revaçta olduğu dönemlerde Hariciye’de kâtip olarak çalışmış. Emekliliğinin ardından memleketine dönüp inzivaya çekilmişti.

Rastgele Cevdet.” diye karşıladı nefesiyle ellerini ısıtmaya çalışan adamı.

Selametle dedeciğim. Ellerinden öperim.”

Allah bereket vere, Allah hayrınızı vere, helalinden bol kazanç vere” diye dua ederek puslu sokaklarda kayboldu.

Araca binip motorun ısınmış olduğuna kanaat getirdikten sonra hareket etti. Kısa boylu, iri dudaklı Cevdet’in hayatı, diğer tüm Anadolu insanından pek de farklı değildi. Kastamonu Taşköprülü Veze İbrahim’in oğluydu. Taşkörü’de soğan, sarımsak, pırasa yetiştirip pazarlarda satarlardı. Veze Baba dünyasını değiştirince tarla tapanın yükünü üstüne alıp meslek etmişti kendine işte.

Yorgun ve uykusuzdu. Lâkin yıllardır aynı işi yapması, onu, zihnen ve bedenen bu tempoya alışmak zorunda bırakmıştı.

Yol boyu, kendisi gibi rızık peşine düşenleri izledi. Her biri, geceden bakiye; duygusuz, yırtıcı yaratıklar endamsızlığıyla akıyordu kaldırımlarda. Boğucu masalların kahramanları misali, ağır ve gölgesiz süzülüyorlardı. Şehrin üzerine inmiş sis bulutu, otobüs bekleyen donuk yüzlü insanların omuzlarına kadar çöreklenmişti. Beklemekten ziyade otobüsün kaçmasını istiyor gibiydiler.

Cevdet Usta, buz tutmuş caddelerde yavaş ilerliyordu. Radyoyu açtı. Derinden bir ses geliyordu. İnce bir Rumeli türküsü akmaya başladı yüreğine. Dikiz aynasında sallanan el örmesi minyatür kilim, ilmeklerini melodinin sesine kaptırmış ritim tutuyor olmalıydı.

İlerledikçe trafik arttı. Gürültü, korna sesleri, bağırışlar göğü aldı. Yanından akan arabalardan birçok uyarı aldı, defalarca selektör yedi. Gaza yüklendikçe emektarın motorundan boğuk sesler yükseldi, öksürükleri arttı.

Belediye binasının önünde durdu. Çırağını her gün buradan alırdı. Birkaç dakika sonra saçı başı dağınık olduğu halde çıkageldi delikanlı. Kısa boylu, zayıf ama tuttuğunu koparan afacan tiplerdendi. Babasını hiç görmemiş. Genç adam askerde iken trafik kazasında hayatını kaybetmiş. Üç yaşındaymış Recep o günlerde, kardeşi de olmadığı için tek başına hayata tutunmaya çalışmış. Çaycı, çorbacı, manifaturacı derken, en son Cevdet Usta’sına rastlamış.

Beş-on dakikalık yolculuğun ardından meydana ulaştılar. Diğer satıcılar gibi ağır ağır kendilerine ayrılan yere ilerlediler. Kar temizleme ekipleri meydanı temizleyip kepçelerini bir köşeye çekmiş olduğu halde çaylarını içiyordu. Geceyi uykusuz geçiren boz bir köpek, arkalarında gezinerek uyuyacak sıcak bir yerin peşindeydi.

Beş on dakika sonra, tezgâhlarını kurup, sarımsakları itina ile dizmişlerdi. Bir elinde tepsi diğerinde çaydanlık olduğu halde pala bıyıklı çaycı üşümüş yürekleri arşınladı. Tavşankanını ayalarına bastırıp ısındılar.

Bir süre sonra kalabalık arttı. Recep’e; “Evlat kalabalık artıyor. Sen ateşi yak ki ara ara geçip başında ısınalım” dedi.

Recep bir çırpıda tenekenin içine odunları çatıp ateşledi.

Yorucu, dondurucu gün bu şekilde başlamış oldu.

***

Öğle, ikindi derken görünmeyen güneş guruba durmuş, pazar yeri yavaş yavaş boşalmaya başlamış, esnaf, sergisini toplamaya koyulmuştu. Cevdet Usta son sigarasını bitirmek üzereydi ki yaşlı bir kadın yaklaşıp, dört baş sarımsak istedi. Kibarca buyur etti onu. Bir baş da kendisinden ekleyip uzattı poşeti. Çıkardığı bozuk paraları saymasını beklemeden, “Ver anacığım ver. Akşam pazarında para saydırılmaz” diyerek bir lira eksik aldı. Ve “Selametle anacığım” diyerek yolcu etti.

Yaşlı kadın, üzerindeki atkıyı ağzına kapatarak; “Allah razı olsun oğlum, bereketin bol olsun” deyip kamyonetlerin arasında büklüm büklüm kayboldu.

Kısa süre sonra mallar toplanıp, kasaya yerleştirilmişti. Yakındaki pazarcı arkadaşlarıyla vedalaşan Usta, Recep’i de yanına alıp arabaya atladı. Kaç kez denemişse de aracı çalıştırmaya muvaffak olamadı. Motor kapağını kaldırıp antifirizine baktılar, orayı kıvırdılar, şurayı sıkıladılarsa da beceremediler. İteklediler ama başaramadılar. Olmadı, bir türlü çalışmadı.

Cevdet, eli belinde biraz düşündükten sonra Recep’e dönerek; “Gidelim oğlum, yarın sabah tamirci getirir baktırırız” dedi.

Her ikisi de paltolarına bürünüp yürümeye başladılar. İki sokak aşağıdaki durağa geldiklerinde; omuzları düşmüş, yüzünde ilmek ilmek hayatın motiflerini taşıyan genç çocuk ilk gelen otobüse atladı. Ve arka camdan ustasına durgun gözlerle bakınarak uzaklaştı. Cevdet Usta, yalnızlığına sigara ile çözüm ararken durakta bekleşenlerin farkına vardı. Umarsız, birbirlerine sarılıp gülüşen sevgililerden son anda gözünü kaçırdı. Müzik dinleyen lise öğrencisinin sahipsizliğine daldı. Boş gözlerle, soğuktan iki büklüm olmuş eli çantalı adamın düşüncelerini seçemedi. Renksiz bakışlardı bunlar, hayata renksiz bakmak kadardı ruhlar…

İtiş kakışlar arasında gelen mahalle minibüsüne binip bir köşeye ilişti. Kollarını göğsünde bağlayıp yaslandı buğulu camlara. İçerisi sıcaktı. Birkaç dakika sonra vücudu ezildi, ruhu küçüldü yüreğinde, uyku düşmüştü gözlerine. Aracın süratiyle sarsılıyor, ara ara uykuya dalıp küçük sıçrayışlarla kendine geliyordu. Yine böyle bir anda, kulakları tırmalayan bir sesle kendine geldi. Makyajlı, vücudunu saran deri palto giymiş bir kadından geliyordu bu vaveyla. Yüzü ekşimiş, korkutucu bir hâl almıştı. Oturduğu yerden ağzında sakızı olduğu halde konuşuyordu.

“Bu koku da nedir şoför bey. Biraz saygı olur canım. Sabahtan akşama kadar bilgisayar başında çalıştığımız yetmiyormuş gibi bir de bu kokuyu mu çekeceğiz?”

Tüm gözler ona çevrilmişti. Utandı, şaşırdı, korktu. Kendisinde bir sorun mu vardı, neden herkes gözlerinin içine içine bakıyordu?  Kaynayan bir kazandaki fazlalık köpükler gibi hissetti kendini.

Ön taraftan kafasını uzatan birisi; “Amca yeter artık nerede ineceksen in, kokudan duman olduk. Yeter ama değil mi, bak herkesi rahatsız ettin!” dedi. Bu sözün ardından homurdanmalar arttı.  O ana kadar sessizliğini koruyan şoför, dikiz aynasından bakarak

Dayı seni şöyle müsait bir yerde bırakayım ha ne dersin” deyip arabayı sağa çekti.

Karşılık vermeden kapıya yürüdü. Genç kız hâlâ konuşuyor, bir şeyler mırıldanıyordu.

Ayağını son merdivene koymuştu ki, geri döndü, bir şeyler söyleyip işin aslını anlatmak istiyordu fakat vazgeçti.

O iner inmez, dolmuş bir hışımla uzaklaştı.

Boynu göğsüne düşmüş, elleri cebinde yürüdü. Üzgündü.

Yıllardır tek derdi çocuklarına helalinden bir rızık götürebilmekti. Azığını tedarik etmede ona, sarımsak vesile kılınmıştı? İnsanlar hayata biraz da yaşayanların, yaşadıkça sancı çekenlerin dünyasından bakabilseydi keşke diye düşündü. İşte o zaman göz kendini görür, gönül boyun büker, birbiriyle buluşan gözler, eller güzelliğin resmini çizebilirlerdi.

Bu düşüncelerle karakolun önüne kadar geldi. Köşeyi dönünce bir kestaneci ile karşılaştı Yaklaştı ve on liralık istedi. İçi dolu kese kâğıdını aldı, parayı uzattı. Genç çocuğa baktı bir süre. Bir çift gözün kendisini izlediğini fark eden kestaneci, “Buyur ağabey parayı eksik mi verdim yoksa” diye sordu.

Kestane satıyorsun, kıyafetlerine de siniyor mu bu koku?” dedi.

Adam şaşırmıştı; “Evet ağabey kestane kokuyor. Sabahtan akşama bu ocağın altında olursan sen de kokarsın. İçim rahat. Eve gittiğimde annem; Kestane değil bu oğlum, rızık kokusu der. Aynı sendeki sarımsak kokusu gibi işte” diyerek karşılık verdi.

“Eyvallah kardeş” diyebildi sadece.

Yürüdü, yürüdü…

Ara sokaklara daldıkça, sesler azaldı.

Bacalardan çıkan duman kıvrımları köşe başlarını esir aldı.

Buz sarkıtları şiire durdu.

Mazgallardan çıkan duman, yolda kalmışları, çıkması muhtemel farelerle tehdit eder oldu.

Sahipsiz kediler çöplüklere dalandı.

Baykuşlar hazırlıklara başladı.

Küçük bir çocuk pencere önünde babasını bekliyordu.

Cevdet Usta, bugünü de tamamladı. Üzerine sinmiş rızık kokusuyla yan sokağa kıvrıldı.

DİĞER YAZILAR

10 Yorum

  • çok güzel hikaye

  • lokman hekim bizim köyde;enes bayoğlu , 06/02/2014

    hikayenin bize dokunan kısmı asıl gayenin ölmemek için ölmek olduğu gerçeği. Rızık kokusu gayenin farkında olan hangi tene sinerse sinsin o Misk kokusudur ve bir tarz alıntılaması yapar isek;

    İnsanlar için hangi yöne giderlerse gitsinler ulaşılacak koku baştan sona rızkın kokusudur…

  • Abdulkerim Kolat , 05/02/2014

    Tamam. Sana bir gazoz borcum olsun o halde.

  • xvyz , 04/02/2014

    Hikâye kötü demedim sadece benim hikâyem değil.

  • Emrah YARDIMCI , 03/02/2014

    Renksiz bakışlardı bunlar, hayata renksiz bakmak kadardı ruhlar…
    Allah kaleminize zeval vermesin…
    Tebrik ederim.

  • xvyz , 31/01/2014

    Benim hikâyem değil.

  • Yusuf Engin , 28/01/2014

    Gönlünüze ve kaleminize bereket bereket diliyorum.. Modern bir hayatın dışında, sade bir hayatın içinde…. Aslında özlediğimiz de bu.. Devamını bekliyoruz…

  • xx , 28/01/2014

    oldukça güzel , başarılarınızın devamını diliyorum …

  • garip , 28/01/2014

    Metropollerin kenar mahallelerinde kalmış anadolu hayatı bu olsa gerek. Memleketime köyüme götürdü beni bu anlamlı ve güzel yazı kaleminize sağlık

  • Yusuf Duru , 28/01/2014

    “üzerine sinmiş rızık kokusuyla….” kaleminize yüreğinize sağlık. Gerçekten çok güzel bir çalışma… Tebrik ediyorum… Bu arada dolmuştaki bayanın ümüğünü sıkasım geldi…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir