İthaf: Bir gün kendimizi adayacağımız güzel çocuklarımız olması ümidiyle Aydoğan K’ ya.
İntihardan daha sevimlidir çocuklar.
Bazı günahkâr kadınlar mutludur. Umutsuzluğun ağırlığı binmiştir bazılarınınsa gözlerine. Diğerine özenip sorar; “Neden mutlu olamıyorum?” diye kendine. İnsan her yerde mutlu olabilir, düşünmediği sürece.
Duştan çıkınca çekti battaniyeyi kafasına ve biraz olsun uyumaya çalıştı. Düşünmemek öğretilmişti ona. Panikle, hızla kovaladı aklından geçenleri. Aksi takdirde depresyon, geliyorum demekteydi. Düşünmekten kaçmalıydı, özellikle kötü iş yapacağı zaman. Çünkü kötülüğe izin vermezdi iyi bir düşünce. Nihayetinde yakalanmaktan da kurtulamıyordu. Kurtulamayacağını da en başından biliyordu oysa. Zaten kurtulmak da istememekteydi. Düşünmeden yaşamak, ona göre değildi.
Her şey durulup da yalnız başına kaldığında sokaklarda, bastırırdı yine hafakanlar. Gece yarısı, sokak arasına park etmiş bir arabanın yan camına kafa atıp, incecik boğazını cam kırıklarına teslim etmek geçerdi içinden çoğu zaman. Yapamazdı. Haykıra haykıra kendiyle konuşur ama gören olur mu diye etrafına bakmaktan da kendini alamazdı. Gideceği yeri unutur, her zaman döndüğü sokağı bir türlü çıkaramazdı böyle zamanlarda. Kafasının allak bullak olduğunu fark etmesiyle vazgeçmişliği ve umursamazlığı iki katına çıkar, sadece gideceği yeri değil yaşamayı unutmak, gözlerinden yaş akıtmazdı. Pişman olmayı özlediğini duyumsar, pişman olamazdı.
Kendisini anlayan gözlerle karşılaşmak isterdi hep. Yalvarırdı adeta bakışlarıyla; “Biriniz de anlıyor gibi yapın!” Bulamazdı… Zira herkes kendi derdindeydi. Öyleyse dertsizlik, insanlığın derdiyken kendi derdi de neydi? Mırıldanırdı sessizce kendine; “Bitse de gitsek.” Her gece bunu söyleyerek uykuya dalmak artık alışkanlık halini almıştı: “Bitse de gitsek.”
Gözlerinden tanırdın onu. Gözleri bir ölünün gözlerinden farksızdı. Tutunacak bir dala ihtiyacı olduğunu düşünürdü çevresindekiler. Onu hayata bağlayacak bir şeyler… Psikoloğa gitmesini salık verdiklerinde “Kendimi psikologdan iyi tanıyorum.” cevabını alırlardı.
Bazen “Mutlu numarası yapma bana!” diye kızdığında arkadaşına; “Numara yapmıyorum, gerçekten mutluyum.” diye yanıtlardı arkadaşı. Buna inanamaz, inanmak istemezdi. Şimdi yine, dans ederek yanına gelen arkadaşına hayretler içinde soruyordu:
-Bu haldeyken nasıl mutlu olabiliyorsun?
-Ne varmış halimde? Bu kadar düşünmeyeceksin, kafana takmayacaksın, yaşamana bakacaksın kızım.
-Bakayım. Hani, nerede o yaşam?
-Alıp verdiğin nefeste…
-Off… Delireceğimi hissediyorum bazen, sana da oluyor mu?
-Hayır.
-Şu an yine öyleyim. Bir şeyler düşünüyorum ama ne düşündüğümü, ne hissettiğimi tarif edemem. Düşünceler bir noktaya gelip düğümleniyor ve işte o zaman ipler koptu kopacak deyip bırakıyorum düşünmeyi. Bırakınca da bıraktım oldu olmuyor. Bitmiyor kahrolası düşünceler! Kafayı yiyeceğim, korkuyorum. Etrafımızdakiler o kadar basit ve o kadar basitliklerle uğraşıyorlar ki “Yeter artık!” diye veya “Hepiniz yalancısınız!” diye kalkıp haykırasım geliyor bazen. Şu anda da öyle bir haldeyim işte. Ama sadece bu kadar değil. Ağız dolusu küfürler saçıp tokatlamak istiyorum bütün herkesi. Ya da annemin kucağına yatmak… Hatta mümkünse doğduğum yere, anavatanıma, annemin karnına geri girmek istiyorum. Kucağına yattığımda gözlerimin dolduğu tek insan annem. Sadece onun kucağına yattığımda tüm rollerimden sıyrıldığımı ve tertemiz bir çocuk olduğumu hatırlıyorum. Bütün düşüncelerden uzaklaşıp rahatça huzur bulduğum tek kucak… Sevgi dolu büyüdüm ben, sevmeyi öğrettiler bana her şeyden önce. Ama büyüdükçe insanlarda gerçek sevgiye dair en ufak bir şey hissedemedim. Hissetmeyi bırak sezemedim bile. Bu yüzden buradayım anlıyor musun? Kimseyi karşılıksız sevemedim, çünkü kimseyi buna lâyık görmedim. Kimse de beni karşılıksız sevmedi. İyi de oldu çünkü kimse karşılıksız sevilmeyi hak etmiyor.
-Evet, bu doğru.
-Derdim neydi benim ve hâlen neden çırpınıyorum böyle? Neden bu kadar şey kafamı kurcalıyor?
-Mesela?
-Neden insan gibi insan olamıyorum? Her şeyi boş verip vur patlasın çal oynasın moduna girdiğimde de neden huzursuz oluyorum? İki arada bir derede yaşamaktan usandım! Düşünmekten ve hiçbir şeyi yerli yerine oturtamamaktan da usandım. Olmuyor işte düşünmekle falan! Olmuyorsa olmuyor, derdim ne? Manyak mıyım ben?
-Ne gerek vardı bu kadar hayatı tanımaya? Bu saçma sapan dünyayı anlamana ne gerek vardı değil mi? Annen hiç kimseyi tanımıyor kocasından ve çocuklarından başka. Sen neden bu kadar çok insanı tanıyorsun? Neden erkekleri bu kadar iyi anlar oldun? Ben de soruyorum bunları bazen.
-Hiçbir şey anlamasaydım keşke on sekiz yaşımdaki halim gibi. Kimseyi tanımasaydım. Hayatı, dünyayı, erkekleri, kadınları bu kadar çözmek için uğraşmasaydım. Çünkü hiçbir şey düzelmedi. O zamanki halimle şimdiki halim arasında bir fark varsa o da daha çok günahkâr oluşum. Daha çok kafamın karışması ve daha çok şeyi bilmemem! Evet, ben hiçbir şey öğrenemedim. Her şeyi öğrenme tutkusuyla giriştiğim her girişim fos çıktı. Hiçbir şey öğrenemedim! Sonunda da her şeyden vazgeçtiğimi sanıp buraya düşünce anladım ki; meğer hiçbir şeyden vazgeçememişim.
Boğuluyordu. Sigara da kesmiyordu artık. Onu anlayacak bir arkadaşı olmalıydı herhalde. Biraz da anlıyor gibiydi. Herkesi kendi gibi görüp onu anladıklarını sanmıştı hep ama sonunda kimsenin hiçbir şey anlamadığını fark etmişti. Herkesin niyeti, görüşü, ona bakışı hep farklı olmuştu.
“Sen anla beni.” diyordu ağlayarak. “Anlamadığın yerler varsa da anlıyor gibi yap en azından. Bir kişi olsun beni anlayan, ne olur yani...”
Başını okşayıp; “Anlıyorum seni. Sil hadi gözünün yaşını, eğlenmene bak kızım. Bak bana! Hiç gördün mü ağladığımı? Elini yüzünü yıka da gel hadi içeri.” diyerek dönüp gitti mutlu arkadaşı belki yüzüncü kez. Yine kalmıştı kendiyle baş başa ve yine inanmadı arkadaşının mutluluğunun gerçek olduğuna. Mutsuzluğunun farkında değil ya da görmezden gelmeyi çok iyi başarıyor diye düşünüp çekti battaniyeyi kafasına.
Oysa ne kadar inanamasa da o gerçekten mutluydu. Hep mutluydu. Yan odadan kahkaha sesleri geliyordu.
Mustafa Çolak