Balıkçı Çırağı

Sardalyeler birer ikişer ayıklanıyordu. Ağı toplayan yeni yetme, balıkçı çırağı sıkça laf işitiyordu. Tek başına ağı toparlayamazdı ya yardımcılarla birlikte usul usul çalışıyordu. Suphi’yle birlikte gelmiştik kayıkhaneye. Suphi balıkçıların sohbetini severdi de bir ben alışamamıştım deniz, balık, fırtına hikâyelerine. Genellikle bire bin katılıp anlatıldığından pek sahici gelmezdi bana. “Çek babam çek, çek ki erken toplayalım şu ağı. Bizim de evimiz var. Çocuklar bekler sonra.” diye söylenen usta balıkçı, şu çelimsiz çıraktan daha az endişe etmiyordu. Çıraklar hep birbirine benzer. İş yerlerini evleri bildikleri zaman başkalaşıp dönüşürler. Yoksa işi bilmediklerinden çırak diye çağırılmıyorlar. Aksine, işi öğrenmiş oluyorlar ama yüzlerindeki endişe çok zaman sonra siliniyor. Tüm bunlar bir kenara dursun. Denizin kabarması, teknelerin ters dönüp mahvolması var ki işte onu sormayın.  Sonra çırak, denizci terimlerini kavramamış olacak ki sürekli azar işitiyor ustadan. Çırak kekeme olduğu için, terimleri yalayıp yutsa bile telaffuzda güçlük çekiyor. Usta küplere bindiği zaman kimse oradan indiremez onu. Onu ancak yardımcısı Yalçın sakinleştirebilir. Laf aramızda bize çoktan laf atıp başından def etmesini beklediğimiz kaptan sanırım kör oldu. Gerçi birazdan ya yanına davet edip oturtacaktır ya da kalaylayıp başından kovacaktır. İşte o akşamüstü iyi tarafından kalkmış olacak ki bizi yanına çağırdı. Çay söyledi. Bir aralık gözüm şu bizim kekeme çırağa takılıverdi. Balık pullarına batmış hâldeydi. Ağ da bitecek balık yoktu. Ayıkla babam ayıkla.. Çırak içten içe küfür savuruyordu. Nereden mi anladım? Bir insanın küfür ettiği zamanki ifadesini ayniyle yüzünde taşıyordu da ondan. Çaylar geldi. Sonra boşlar gitti. Çaylar geldi. Boşlar gitti. Çaylar geldi, boşlar gitti derken sohbet tam da benim hoşlanmadığım şekilde kıvrıldı ve ilerledi. Usta balıkçı’nın (aynı zamanda gırgırının kaptanıydı)  su katıp anlattığı hikâyeler bitmek bilmedi. Birinin sonuna gelmeden bir sonraki hikâye hakkında malumat veriyordu. Bir de tuhaf benzetmeleri vardı ki sormayın gitsin. Bir başka hikâyeye başlamadan önce gerindi ve bağırarak “mola” dedi. Kekeme Çırak sanki doğduğu günden beri bu anı bekliyormuşçasına gırgırın içinden kendini kenarda duran, içi temiz suyla dolu bidonların yanına attı. Onlardan birini kaptığı gibi başından aşağıya dökmeye başladı. Kaptan bir hop çekti ki belki de sahildeki herkes duydu. Ardından şu sözler savurdu “Koçum ne yapıyorsun, Lan o su banyo yapasın diye mi? Hımbıl. Senden balıkçı malıkçı olmaz. Defol zerzevatçı seni.” Bu azar kekeme çırağın mola sevincini kursağında bırakmaya yetti. Ağzını bıçak bile açamazdı artık. Çırak tulumunu bile çıkartmadan oracığa oturuverdi. Çırak, dumanı tüten demli çaya kilitledi gözlerini. Bir yandan çayını yudumlarken korkan gözlerle kaptana baktı. Tam seçemedim ama ağlıyor gibiydi. Bir parça ekmekle, soğanı katık edip ağzına götüren bu zavallı çocuk kim bilir nasıl bir hikâyeye sahipti? Evet. Kaptanın sözü kanundu. Karada, denizde fark etmezdi. Eğer mesai saatleri içindeyseniz ondan başkası yasa koyamazdı. Yasama, yürütme ve yargı! Üçü de ona aitti. Hani neredeyse devletimiz gibi. Nereliyiz, ne iş yaparız, o kimdi, bu kimdi, beriden geldi, öteden gitti derken zaman epey demini almıştı. Kaptan bizden memnun kalmıştı. Onun stresini, sıkıntısını üzerinden almışız. Öyle söyledi. Pek de rahatladığı söylenemezdi ya. Neyse… O hâlde onun stresini, sıkıntısını sırtladık. Biz kime satacağız şimdi? Kalkmak için müsaade istedik. Gözüm kekeme çırağı aradı ama bulamadı. Kaşla göz arasında sıvışmıştı çırak. Kaptan ele avuca sığmayan bu çocuğa kızmakta haklı olabilir mi? Çok geçmedi gırgırdan doğru bir bağırış çağırış koptu. Kaptan hemen fırladı. Biz de iki meraklı olarak arkasından koşturduk. Yardımcısı Yalçın gırgırın güvertesinden denize daldı. “Ne oluyor lan” diye bağıran Kaptanın anlayamadığını biz hiç anlayamadık. Öteden bir adam geldi. Usulca yanımıza sokuldu. “Anlaşılmayacak bir şey değil dedi. Çocuk dedi. Şu yeni yetme. Nah şu uç taraftan, ayağına çapanın iplerini dolayıp denize cupladı.” “Cupladı mı?” “Ben gördüm valla.” “Dayı iyi de bize neden haber vermedin?” “Çocuk çok dertliydi. Geri döndüremezdiniz” diyen tuhaf adam haklıydı. Kekeme Çırağı sudan güç bela çıkarttılar. Çapanın ipini öyle dolamış ki ayağına çöz çözebilirsen. Dibe kadar batmış. Mosmor olmuş yüzü. Cansız bedeni güverteye çok yabancı duruyordu. Kekeme Çırağın ölüme de çırak düşen bedeni herkesi yıkmıştı. Herkes ağlıyordu. Kaptan hariç. Bir sevdiği varmış meğer. Vermemişler. “Ulan değer mi be oğlum, şimdi sırası mıydı daha ne balıklar yakalayacaktık seninle.” diye içten içe hüzünlenen Kaptan olduğu yere çöküverdi. Suphi bana baktı, ben Suphi’ye… Ağlaştık.

Mehmet Erikli

Aşkar 30

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Erkan , 02/09/2014

    Mehmet Erikli’nin hikâyelerinden her an bir Raskolnikov fırlayacakmış gibi.. çok güzel bir hikâye.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir