“Kendisini (büyük bir) balık yuttu.
Doğrusu o (bundan önce) kınanacak bir iş yapmıştı.”
(Sâffât Sûresi, 142)
Dedemin mezarındaki çiçekleri çaldılar.
Hava karanlıktı. İyice karardı. Yıldızlar bile yok. Artık hiç gelmemecesine gitmiş bütün ışıklar. Her nereye baksam, evvela ışığın orada olmayışını görüyorum.
Dedem güzel adamdı. Çiçekler ekerdi bahçesine. Bir bahçesi vardı. Armut ağaçları, dutlar, duvarın dibinde renk renk menekşeler, ortancalar. Kuzularım, derdi çiçeklerine. Kuzularım…
Köyümüz dağın dibinde. Dağlar hep ağaç. Yeşil. Yemyeşil. Alçak bahçe duvarına çıkıp ayaklarımı sallıyorum. Önümüze gelene bir tekme! Ayaklarım ileri geri. Ayağımda eski pabuçlar. Olsun. İnsanın gönlü eskimesin, diyor dedem. Bahçenin ortasındaki çınarın altında. Tahta iskemlede oturmuş. Sağa sola bakıyor. Cırcır böceklerininin sesi dolduruyor bahçeyi. Yolun altındaki derenin şırıltısı. Yaprakların hışırtısı.
Sonra Cemal’i görüyorum. Koşarak bize doğru geliyor. “Kadirlerin evin önünde çelik çomak oynayalım mı?” “Olur, oynayalım”. “Dede”, diyorum. Çoktan atlamışım duvardan. Koşmaya başlamışım çoktan. “Anneme söyle, biz Kadirlerin ordayız.” Dedemin sesi gülümsüyor. Arkamdan “olur”, deyişini işitiyorum. Oluru sırtımı sıvazlıyor. Babam tarlada. Annem tandırın başında ekmek yapıyor. Ben sokakta koşuyorum. Ben sokakta özgür. Ben sokakta olabildiğince cesur. Koşuyorum.
“Cemal! Yarışalım mı?” Cümlem bitmeden patikayı toza buluyor Cemal’in ayakları. Yarışıyoruz, demek bu. Konuşmasına gerek yok. Konuşmama gerek yok. Her şey berrak. Sesler, sözler ve görüntüler. Bu, sözsüz de anlaşırız demek.
Babam dedemin tek oğlu. Ben de babamın tek oğluyum. Dedem, babamın adı anılınca omuzlarını dikleştiriyor. Bu, gurur demek. Ben de babamın omuzlarını dikleştireceğim. Ama öfkelisin, diyor annem. Bu öfkeyle olmaz. İnsan önce kendine hâkim olmalı (olmalıymış).
Mezarlık köyün aşağısında. Ne uzun zaman oldu buraya gelmeyeli. Şehrin ışıkları neler vadetti de unuttum dedemi.
Dedemin mezarındaki çiçekleri çaldılar.
Artık hiç bir şey eskisi gibi değil.
Etrafıma bakıyorum. Görüntü yok. Her taraf çamurlu. Rutubet kokuyor ortalık. Bağırsam. Mezarlıkta bağrılmaz. Zaten anlaşmak için kelimelere ihtiyacımız yoktu. Artık var mı?
Şehre taşınacağımız zaman, dedem ilk defa omuzlarını dikleştirmedi. Kırgın. Küskün. Ne gerek var, dercesine baktı babama. Demedi ama öyle baktı. O gün yeni bir şey ekledim, sözsüz lisanıma. Gücenmişlik. Babam da boynunu büktü. Çaresizlik. Bu tarla bizi doyurmaz artık, dedi. Ama sessiz söyledi bunu. Mırıldandı. Dedem gelmese gitmezdik. Bunu bildiği için geldi dedem. Senin yüzünden gidemedi mi, duymamak için en çok. Taşınınca daha az konuştu. Eskisinden de az. (Senin yüzünden geldim, demek için belki.)
Şehri sevdim ben. Çabucak alıştım. “İnsan her şeye alışır”, diyor annem. Yeni ayakkabılarım oldu. Okul formam oldu. “Bak senin için geldik buralara”, dedi annem. Hem sözüyle hem gözüyle. “Oku da adam ol. Büyük adam.” Işıklar gözümü aldı. Çok çalıştım. Büyük adam oldum mu? Bilmiyorum. Çok şey öğrendim şehirde. En önemlisi, birilerinin büyük dediğini ötekiler küçük görüyor. Köyümüz öyle değildi. Dedeme büyük adam, diyordu herkes. Muhtara ve imama da. Demek ki şehirde büyüklük başkalaşıyor. Başkalaşmayı öğrendim burada.
Cemal köyde kaldı. Çocukluk arkadaşım. Kadir de. Onların babası toprağını bırakmadı. Babam özünü terk mi etmiş oluyor. Dedem sustu. Çok sustu. Sonra da öldü. Ben büyümüştüm artık. Dedem ölmeden evvel “Beni köye gömün”, dedi. Öyle yaptık.
Yıllar sonra ilk defa dedemi gömmek için geldim bu köye. Hâlâ eskisi gibi her şey. Yalan yok yadırgadım. Küçümsedim hatta. Onlar bana, ben de onlara bir garip baktım. Çocukluk arkadaşlarım. Yakınlarım. Yabancılarım. Başkalaşmak böyle bir durum sanırım. Yabancılaşmak. Ziraat Fakültesi’nde okuyorum ben. Belki bir gün. Yine bu dağları yeşil, sokakları tozlu yere gelirim. Bana ihtiyaçları olabilir. Dedemi gömdük. Mezarının üzerine nergis ektim. Menekşe bir de. Ayak ucuna gül. Çok güzel oldu. Dedem severdi. Evine kavuştu nihayet.
Sonrası unutuş. Şehir insanı unutkan yapar. Telaşlı yapar. Hep koşarsın. Hep bağırırsın sesini duyurmak için. Konuşmadan anlaşmak mümkün değildir burada. Birbirinin gözüne zor bakarsın. Gözü göze denk düşürmek zaman kaybıdır çünkü. Yapacak bir şey yok. Uyum sağlamak gerek. Mi? Koştururken insan hissizliği kanıksıyor. Kolay oldu. Babam fabrikada çalıştı. Annem evin işine daldı. Ben okula gittim. Birbirimiz göremedik. Burada yaşamak böyle olmalı. Alıştık.
Mezun olunca ben de çalışmaya başladım. Tek ağacı, bitkisi olmayan koca şehirde ziraat mühendisi. Camından gri duvarlar görünen, isli bir dairenin, eski masasında oturup dışarıyı izledim doğrusu. Kâğıtlar imzaladım. Toplantılara katıldım. Sonra bir gün telefonum çaldı. “Ben”, dedi; “Cemal. Köyden. Çocukluk arkadaşın. Dedenin evi yıkıldı.”
Otobüsten indiğimde her yer zifiri karanlıktı. Koşarcasına girdim köye bağlanan yola. Cemal’i aradım. Geç vakte aldırmadan. “Gel”, dedim. “Dedemin evinin önüne.”
Elimden çantam düştü ilkin. Gözüm karardı. Hangi ev? Ev de yoktu. Köy de. Her yer karanlık. Çamur.
“Ne oldu Cemal?”
“Ağaçları kestiler.”
“Neden?”
“Nedenini bilemem.”
“Peki ya sonra?”
“Sonrası işte. Yağmurlar çok olur bizim burada. Unuttun mu! Heyelan indi ağaç olmayınca. Ev de gitti köy de.”
“Şimdi ne yapacaksınız?”
“Onaracağız.”
Karanlık arttı iyice. Evi düşündüm. Şehirdeki evimi. Birbirinin üzerine yığılmış kat kat kutuları. Nefessiz, gecesiz, gündüzsüz yaşamamızı. Burnuma bir nergis kokusu geldi. Kokuları da unutmuşum orada. Her şeyi. Koştum. Dedemin mezarına koştum.
Heyelan mezara ulaşmamış. Tepede burası. Ama yine de vıcık vıcık her taraf. Çamurdan zor yürüdüm mezar taşının yanına. Mezarın üzerinde üç koca delik. Çiçekleri çalmışlar. En son onu gördüm. Şimşekler çaktı. Işıksız. Zifir her taraf. Dağdaki ağaca kıyanlar mı aldı dedemin mezarındaki üç öbek çiçeği? Kim? Ev yıkıldı. Ağaç gitti. Mezar bile harabeye döndü. Evimi terk ettim. Evimizi terk ettik. Göz gözü görmüyor şimdi. Evsiz, yurtsuz ocaksız kaldım.
Mezar taşını yokladım parmaklarımla. Okuyamasam da yazıları karanlıktan. Sözsüz lisanım ve parmaklarım yetişti yazıları anlamaya. Dedemin adı. Oyuk oyuk. Benim adım. Adımı dedemden almışım. Ben Yunus! Yunus’un torunu. Katran bir gecenin içindeyim? Kayboldum(k). Neredeyim? Neden ışıksız kaldı gözlerim. Ben bunları sorunca, bir rüzgâr esti arkamdan. Dedemin bakışları dokundu sanki sırtıma. Hiç büyütmemişim gibi. Cemalle sokakta koşturduğum gündeki gibi. Anladım. Dedem susarak konuştu. Anladım. Dedi ki: “Balığın karnı Yunus burası. Burası Dünya. Bütün ışıkların karardığı yer.”
Rümeysa Oğuz
6 Yorum