Baba ve Oğul Draması

 

Yoruldu. Masanın bir ucuna uzandı çocuk. Başından geçenleri düşündü. Babasıyla uyumsuzluk içerisindeydi. Babasının hayatını yönlendirmek istemesini ve onun istekleri doğrultusunda kendi arayışlarından vazgeçmeyi istemiyordu.

Babası aristokrat bir yapıda, biraz kendisinden emin fakat çoğu zamanda ne yaptığının bilmeyecek kadar tuhaf bir adamdı. Hafta içleri kendisini hem yanında çalıştırır hem de hakkı olan parayı ona vermezdi. Gitmek istese yardım etmiyorsun diye kızar, gitmese hiç bir nedeni yokken sinirini oğlundan çıkarırdı.

Eğer bir ailede baba ailenin yükünü kendi sırtına yüklenemiyorsa, o ailede sorun var demektir. Erkekler güçlü olmalıdırlar. Ailesinin sorumluluklarını kendi sırtlarında taşıyabilmelidirler. Sevdikleri için, onlara rahat ve güvenilir bir yaşam alanı oluşturabilmek için kendi hayatlarını ailelerine karşı feda etmelilerdir. Oysa onun babası sorunlarını yalnızca kendi sırtına yüklenemezdi. Aksine, işte yaşadığı bütün sıkıntıları eve getiren, olmadık yerde bütün aileyi geren birisiydi. Çocuk da iyicene sıkılıyordu bu durumdan. Üniversitesini yeni bitirmişti ve yıllardır okuduğu üniversite hayatının en anlamsız zamanları sayılırdı. Sevdiği kız kendisini kandırmış, en yakın arkadaşlarından türlü aldatmacalar görmüş ve günden güne hiç kimseye güveni ve saygısı olmayan bir adam olmuştu. Nedendi bu hayatı yaşama amacı? Yalnızca isteklerini yerine getiremez miydi? Ama isteklerini yerine getirse bile sonunda geldiği noktada ‘-ee, istediğim her şey gerçekleşti, şimdi ne yapacağım’ diye kendi kendisine sorarken derin bir hüzne düşmeyecek miydi?

‘Ağlasam aylarca, uyusam yıllarca…’*

Yıllarca uyumak istiyordu. Fakat şimdi yalnızca bir an uyuyabilmek için nelerini vermezdi. Şöyle bir arkadaşlarını düşünmüştü de; onlar ne kadar rahattılar. Hiçbir şeyden korkuları yoktu. Kendi aralarında ona ‘umursamaz’ lakabını koymuşlardı lâkin onun umursamazlığı yalnızca diğer arkadaşlarının dertlerini dert göremeyecek kadar acı çekmesinden kaynaklanıyordu. Arkadaşları en ufak bir sıkıntıda içerlerdi. Bazen sarhoş olurlar, bazense kendilerini bazı maddeler neticesinde tamamen kaybettiklerini öğrenirdi sonradan. Bunların hepsi tamamen saçmalıktı ona göre. İnsanlar yaşanan olaylarla savaşmalı, onlar için daima derin bir acı hissetmeliydi. -Çünkü ancak acı çeken ruhlar belli bir olgunluk seviyesine gelebilir, farkındalığın gerçekleşmesini sağlarlar.- Onun acıyı üstünden atabilmek -en azından bu yoğun düşünce halini bırakabilmek- için bildiği tek geçerli yol uykuydu. İyi ki Allah uykuyu yaratmıştı. Yoksa insanlar sürekli ayakta ve bilinçli olmanın yükünü kaldıramazlar, intihar olayları gün be gün yenilenirdi.

‘Bir acımı ne gerek

Öyle uykum var ki

Öyle istiyorum ki…’*

Bir anda sinirle doğruldu çocuk. Uyumak istiyor ama yapamıyordu. Kafasında, omuzlarında öyle bir yük vardı ki, sanki durmadan ayaklar altına atılmış kilimler gibi mutsuz ve hazindi. ‘Keşke’ dedi, ‘keşke bir an için kendimi tamamen unutabilsem. Bunun için nelerimi vermezdim.’

Siz hiç kendinizde dünyaya ya da insanlara karşı anlamsızlık hissettiniz mi? Yalnızca ama yalnızca Allah’a olan inancınız ve hüznünüz nedeniyle ayakta kaldınız mı? Amaçsız ve anlamsızca, duygusuzca yaşamak nedir tattınız mı? En kuytu köşelerde, sadece kaderinizle cilveleşirken, beyninizin içinde durmadan gürültü yapan dertlerinizin nasıl da sizi ölümle dost ettiğini gördünüz mü?

‘Her baharda var olmayan birine âşık olup

Hiç var olmamış bir dünyayı gerçekmiş sanıp’*

Kalbini artık yalnızca vücudunun ayakta kalmasını sağlayan bir mekanizma olarak görüyordu çocuk. Herkes insanlara, nesnelere ya da doğaya sevgisinden imtihan edilirdi ya, artık biliyordu ki onun da imtihanı sevgisizlikti. Terk edilmiş kıyıları gibi hissediyordu kendisini yeryüzünün. Ne bir şey yemek istiyordu ne de kafasını dağıtabilecek herhangi bir yerde gezmeyi. Yalnızca ‘huzur’ dedi, ‘Ey Allah’ım kara talihime birazcık huzur. Bu günler de geçecek biliyorum. Sen güneşli günleri soğuk kış gecelerinin ardına saklarsın. Ve ben uzun süreli bir kıştayım. Güneşi görmem gerekmez Allah’ım, yağmuru da severim. Sen daha iyisini bilirsin.’

‘Demedim dilimin ucuna gelen her ne ise

Vay ki gençtim

Ölümle paslanmış buldum sesimi…’*

Sonra çocuk bildiği ikinci tedavi yöntemini uyguladı kendisinde. Radyodan bir müzik programı açtı… Radyo da çalan bir ses; titrek ve kalınımsı… Sözleri çınlıyordu kulağında şarkının tekrar tekrar; Gözlerim boş bakıyor ufukta bir yere/ Mutluluk veda ediyor ılık nefesiyle’* Sonra bir kitap açtı çocuk. Kafasında o anın gerçekliğiyle ilgili ne varsa silinmeye başlıyordu. Saatlerce ilerledi kitabın ve müziğin parmak aralarında ve en sonunda şöyle bir söz okumuştu;

‘Garson, masa iyi manzarayı değiştir!’*

 

Nihat İlhan

 

Sırasıyla Yapılan Alıntılar: 

*Teoman/ Elveda

*Cahit Zarifoğlu/ Ağartı

*Teoman/ Elveda

*İsmet Özel/ Münâcaat

*Teoman/ Martılar

*Atilla İlhan/ Batan Bu Köhne Şileb

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir