Aynalara Bakmak Yasak

Kadının saçları rüzgârda uçuşuyordu. Kadın adamı seviyordu. Hayır, kadın adamı çok seviyordu. İşin garibi, adam da kadını seviyordu. Kadının saçları rüzgârda uçuşurken gözlerini dikmiş kadına bakıyordu. Nasıl derler… hah. Delici. Kadına, delici bakışlarla bakıyordu. Yeliz söylemişti bunu da. Delici bakışlarla bakmak. Ay gülesim geldi. Neyse. Adam kadına delici bakışlarla bakarken kadında da bir cilveli hâller, şuh bakışlar, ürkek gülüşler… Nasıl da işveli, nazlı. Annem burada olsaydı bir laf derdi de benim terbiyem kaldırmaz. İşte olmazsa olmaz bir müziktir çalmaya başladı arkada. Buradan sonrası izlenmez. Değiştiriyorum kanalı.

Trüf mantarlarını tütsülüyoruz. Ay trüf mantarını bulduk da tütsülemesi kaldı. Kokuyu hapsediyormuş. Bu sebeple daha çok kremaların içinde kullanılması tercih sebebiymiş. Ay bana bir fenalık geldi. Değiştiriyorum.

Spor haberleri. Yok Ozan’dır, yok Aykut’tur, Fatih’tir, Barış’tır… Gına geldi valla. Erkekler nasıl tahammül ediyorlar futbola, aklım almıyor. Şükür benimkinin futboldur, basketboldur… öyle zevkleri yok. Kitap okur. Sabahtan akşama kadar salondaki pencerenin önünde duran şampanya rengi berjerde oturur. Elinde bir kitap. Arada bir başını kaldırır. Uzaklara dalar. Sonra yine başını elindeki kitaba gömer. Arada çay, kahve götürürüm. Bizim öyle pek romantik bir evliliğimiz yok. Benim saçlarım rüzgârda uçuşmaz. Evde de tülbent örterim. Baba evinde olduğu gibi. Arkadaşlarım kolsuz bluzlar, pijamalar, diz altı jileler giyerlerdi. Ben daima uzun kollu bluzlar, uzun etekler giyer, başımdan örtümü eksik etmezdim. Temizlik yaparken tülbent başımdan kaysa ve o sırada babam da yakınlarda olsa utançtan domates gibi kızarırdım. Evlilik arifesinde annem beni karşısına oturttu. Kocanın yanında tülbent örtmeyesin, dedi. “Güzel güzel giyin. Al bunları. Senin için aldık çarşıdan. Şunu da al. Koku da sürün muhakkak.” O gün de domates gibi kızardım. Verdikleri öyle sandıkta duruyor. Estağfirullah çekip tövbe olsunlar getiriyorum gördükçe.

Benim saçlarım rüzgârda uçuşmaz. Arif de bana delici bakışlarla bakmaz. Biz birbirimizi görmezden gelirken fonda müzik çalmaz. Arif seviyor diye etli kuru fasulye yaparım. Arif’i seviyorum diye etli kuru fasulye yaparım. Bittikçe nar şerbeti yaparım. Nar şerbetini çok sever. Buz gibi bir nar şerbeti oldu muydu, işte o zaman başını elindeki kitaptan kaldırır, delici değil ama, -yani o dizideki adam gibi değil- gene de güzel bakar bana. Karşıma oturur. Birlikte nar şerbeti içeriz. Nar da mı keramet, şerbette mi, bilmiyorum. Ben sevmem hem nar şerbetini. Hem de hiç sevmem. Arif seviyor diye içiyorum. İçerken biraz yüzüm buruşuyor ama gülümsüyorum hemen. Anlıyor sevmediğimi. Nar şerbetini. Arif’i seviyorum yoksa…

Mutfağa geçiyorum. Haşlamaya bıraktığım lahanalar yumuşamış. Yaprak yaprak çıkarıyorum. Kevgire koyuyorum. Bir kaba sosunu hazırlıyorum. Sumakla toz kırmızıbiber koyuyorum önce. Sonra bir tam limon sıkıyorum. Limon suyunu dökünce bir tutam da tuz ekeliyorum. Lahanaları koyup harmanlıyorum. Arif çok sever ekşili lahanayı. Evinli pilav yanında yeriz. Evinli pilavı da çok sever Arif. Pilav da suyunu çekmek üzere. Yanına köpüklü bir ayran yapayım.

Sofrayı kuruyorum. İşlemeli servis örtülerini koyuyorum beyaz masa örtüsünün üstüne. Tabak çanak, çatal kaşık, sürahi, ayran helkesi, ayran ve su için bardaklar, diziyorum hepsini tek tek. Her şey çok güzel görünüyor. Arif’e seslenip sandalyeye oturuyorum. Kitap okuyorsa sayfası bitmeden gelmez. Suları doldurayım o gelesiye. Bu kristal meşrubat bardakları çeyizimden. Kayınvalidem almıştı. Epey müddet salondaki aynalı vitrinde duruyorlardı. Ama kullanasım geldi. Suları doldururken birden arkadan sarılıyor Arif. Yanağıma bir buse konduruyor. Elim titriyor. Bardak taşıyor. Domates gibi kızarıyorum. Nereden çıktı ki şimdi? Yani mutlu oldum. Mutlu oldum olmasına da Arif böyle bir adam değil ki. Tamam benim kadar da utangaç değil ama… Yani… böyle… daha önce hiç… “Eline sağlık gülüm.” diyor. Gülüm. Bana. Eline sağlık Esme hanım, derdi hep. Teşekkürü, iki çift güzel sözü esirgemezdi de bugün başka bir hâl var, hayrola…

O böyle iştahla yiyince mutlu oluyorum. Hani böyle bazı insanların yemek yemesi bile güzeldir. Hatta o yerken sen doyarsın. Öyle bir yemek. Arifim de öyle yer yemeğini. Onu izlerken birden başını kaldırıyor. Şefkatle bakıyor. Yarın randevu aldım, diyor. Hastane için. Üzülüyorum. “Kadın doktoruna mı? Bizim… bizim bebeğimiz olmadığı için…” diyorum. Sonra kelimeler boğazımda düğümleniyor. Ağlayacak oluyorum. Arif’in yüzündeki şefkat kayboluyor. Kaşlarını çatıyor. La havle çekiyor. “Doydum ben.” diyerek kalkıyor masadan. Neden kızdı ki? Az önce ne güzel davranıyordu. Yanlış bir şey mi dedim? Benim bir suçum yok ki. Onun ardından ben de kalkıyorum. Bulaşıkları halletmeye koyuluyorum. Artan yemekleri emaye kaplara koyuyorum. Tüm bunlar olurken masada tuttuğum gözyaşlarıma engel olamıyorum. Akıp gidiyorlar. Ağlamam artınca elimle ağzımı kapatıyorum. Müezzin akşam ezanını okuyor o sıra. Pencereden dışarı bakıyorum. Karanlık çökmüş. Asma yaprakları rüzgârda sallanıyor. Koruk üzümler çıkmaya başlamış. Yarın Arifime koruk şerbeti yapayım.

***

Kahvaltı yapmadan çıkıyoruz. Tahlil neyim bir şeyler isterler. Arif yol boyu konuşmuyor benimle. Küs gibi. Ben de sessizce oturuyorum. Suçlu gibi. Neden suçlu olacakmışım? Bu çocuk dedikleri insanın tek başına olmasını istemesiyle olan bir şey mi? İki kişi. Belki de sorun ondadır. Dur Esme Allah’ını seversen. Neler diyorsun? Edilecek söz mü bunlar? Ama o niye bana bu kadar soğuk davranıyor? Allah istemedikçe bir yaprağın bile kıpırdamayacağını bilmiyor mu? O kadar kitap okuyor. Hiçbir sayfasında yazmıyor muymuş böyle şeyler? Kader diye bir şey var. Kısmet var. Hem Allah var, Arif benden hatta hacı babamdan daha iman sahibi. Essah diyorum. Biz o kadar dikkat ederiz güya ama Arif farklı. Çok farklı. Ama şimdi… neden… Allah çocuk nasip etmedi diye…

Kollarımı göğsümde kavuşturuyorum. Önce bir Arif’e bakış atıyorum. Öyle yolu izliyor. Fark ediyor etmesine de. Dönüp bakmıyor yüzüme. Bir hışımla başımı dışarı çeviriyorum. Anlasın gönlümü incittiğini. Yağmur atıştırıyor. İplik iplik yağıyor. Bir anı. Hafızamı zorluyor. Arif. Biz. İkimiz yağmurun altındayız. Gülüyor Arif. Sarılıyor bana. Sonra deli gibi yağmurun altında tur atmaya başlıyor. Duruyor. Bana doğru yürüyor. Ellerimi tutuyor. Sonra bağıra bağıra bir şiir okumaya başlıyor. “…kanımı boğan bir iplik… dayandıkça çisil çisil yağacak… bu yağmur… kovulmaz düşüncelerden… sulardan, seslerden ve gecelerden…” Bu ne zamana ait bir anı? Hatırlayamıyorum. Başım çok ağrıyor. Başımı ellerimin arasına alıyorum. Arif, iyi misin, diye soruyor. Dayanılacak gibi değil. “Midem bulandı.” diyorum zar zor. Durduruyor arabayı.

Biraz kendime geldim şükür. Devam ediyoruz. Araba da kağnı gibi. Bir varamadık hastaneye. Hava öyle soğuk ki içime işledi. Ne vardı bu kış kıyamette hastaneye gidecek? Kaçıyor mu doktor? Vallahi iyi adam, hoş adam. Allah, iyi ki koca diye onu nasip etmiş. Gene de bazen işlerine akıl sır erdiremiyorum. Heyheyli gibi. Duruyor duruyor sonra başımıza iş çıkarıyor. Git kitap oku sen. Vallahi razıyım. Yüzüme de bakma. Başını kaldırma hiç sayfalardan. Ama geldiler mi geliyorlar sana.

Vardık nihayet. Arabadan inince karşısına geçiyorum. Bu soğukta bağrı açık geziyor. Paltosunun düğmelerini ilikliyorum. Pis pis gülüyor. Ne gülüyorsun? Dündendir suratın sirke satıyordu. Hastalanınca peşimde dolanırsın. İlgi alaka beklersin. Git o zaman da kitaplarından bekle ilgi alakayı. Onlar yapar sana tavuk suyuna çorba.

Sekreter işlemleri halledip kontrol ediyor randevumuzu. Sonra doktorun adını söylüyor, odasını tarif ediyor. Gidiyoruz. Doktorun kapısının yanındaki levhada ismi yazıyor. Altında da Klinik Psikolog. Psikolog mu? Kadın hastalıkları doktoruna gelmedik mi şimdi biz? Psikolog nereden çıktı? Arif’e bakıyorum sorar gibi. Şimdi şefkatle bakıyor. Bekle dercesine hafif sallıyor başını. Âh Arif. Ne iş çeviriyorsun gene, Allah bilir.

İçeri giriyoruz. Bir kadın doktor. Sarı saçları küt kesilmiş. Saçları hem boyalı hem yaptırılmış. Boyası gelmiş, oradan belli. Ben de böyle düzleştirsem saçlarımı nasıl olur acaba? Yeliz hep kuaföre gider. Beni de çağırıyor ama ne bileyim… Sevmiyorum. Ama bazen özenmiyorum değil. Bana bakıp gülümsüyor. Sağ eliyle gözlüğünü burnunun üstüne itiyor. Buyurun, diyor. Şöyle oturabilirsiniz.

Arif’le karşılıklı oturuyoruz. Elimi nereye koyacağımı bilemiyorum. Pek rahat edemedim burada. Kucağımda kavuşturuyorum. “Esme hanım kaç yaşındasınız?” diye soruyor. Tam cevap verecekken Arif önce davranıyor. Yirmi iki, diyor. Allah Allah. Yaşımı da mı bilmiyorsun Arif Efendi? Karşı çıkacak oluyorum ama Arif öyle bir bakıyor ki susturuyor beni. Doktor da biraz şaşırdı bence. “Siz kocası mı oluyorsunuz?” Evet anlamında başını sallıyor benimki. Yeni bir soru soruyor doktor. “Kaç yıllık evlisiniz?” Beş, diyor Arif. Bu adam iyice aklını kaçırdı. Yahu biz evleneli ne kadar oldu şurada? Söze girmek istiyorum ama bir bana bir doktora bakıp ikimizi de onu dinlemeye ikna ediyor sanki. “Evlendiğinizde Esme hanım on sekiz yaşındaydı yani?” “Evet. Öyleydi doktor hanım.” Şükür bir şeyi doğru söyledin.

“Tam olarak şikâyetiniz nedir, öğrenebilir miyim?”

“Doktor hanım… şimdi nereden başlasam tam olarak… Hocam biz Esme ile evleneli beş yıl oldu. Evliliğin üçüncü yılında hamilelik söz konusu oldu. Başlarda her şey çok iyiydi. Evliliğimiz, Esme… İlk başlarda tabii ikimiz de çok çekiniyorduk birbirimizden. Görücü usulü evlendik biz. Pek bir ortak noktamız da olmayınca… Saygı vardı tabii. Bir de Allah’ın koyduğu bir şey, insan zamanla sever birbirini.”

Ellerim istemsizce karnımın üstüne çekiliyor. İçinde bir canlı varmış gibi okşuyorum. Gözlerimden istemsizce yaşlar akıyor. Gözyaşlarımı silmek için çaba harcamıyorum. Göğsümde, tam ortada, iman tahtasının üstünde bir sızı var. O sızı oradan tüm bedenime yayılıyor. Tüm kemiklerim eklem yerlerinden parçalara ayrılıyor. Ben ki daha on dokuz yaşında. Arif’le evleneli iki yıl olmuş. Görücü usulü ama ilk günden beri severim onu. Şimdi o adam beni kaldırıp bir hastane odasına götürüyor. Beş yıllık evli olduğumuzu söylüyor hem de. Tüm bunlar da neyin nesi bilmiyorum. Ama sanki ben gerçekten gebe kalmışım da sanki dokuz ay içimde bir canlıyla yaşamışım, sonra bir de onu doğurmuşum gibi her zerremle sızlıyorum.

“Bizde de öyle oldu. İşte Esme, bebek beklediğimizi söyledi. Çok sevindim. Çok sevindik. O ara daha yakın olduk birbirimize. Esme ortaokulu bitirmiş. Kız lisesi olmayınca babası göndermemiş. Okuma yazma biliyor yani. Ben kitap okumayı severim. Esme hamileyken ona da kitap okurdum hep. Bebekler ana karnında da olsa işitir, hisseder derler. Sonra işte konuşma fırsatı bulduk birbirimizle. Aslında tanışma. Üç yıllık evliydik ama yeni tanışıyorduk. Esme de kitap okurmuş aslında. Aşırı değil ama… Mesela Huzur Sokağı’nı okumuş. Sonra Necip Fazıl’dan O ve Ben. Fakir Baykurt… İşte böyle sohbet etme imkânı bulunca ortak noktalarımızı da bilmiş olduk. Bizim evde pencere önünde bir berjer var. Bir tane de Esme’ye aldım. Aynı rengi aradım ama bulamadım. Onunki bordo… Pardon doktor hanım. Konu dağıldı biraz.”

Derin bir nefes alıp bana bakıyor. Ben de gözlerimi dikip ta gözlerinin içine bakıyorum. Bölük pörçük anılar zihnime hücum ediyor. Arif’i görüyorum o anılarda. Bir kitap. İkimiz birlikte tutuyoruz. O okudukça ben sayfaları çeviriyorum. Sonra bir yel esiyor. Kitap sayfaları uçuşuyor. Tülbentim başımdan kayıyor. Sonra saçlarım… Kadının saçları rüzgârda uçuşuyordu. Kadın adamı seviyordu. Hayır, kadın adamı çok seviyordu.

“Sorun değil. Devam edin.”

“İşte biz o berjerlerde oturur beraber kitap okurduk. Bunları şunun için anlatıyorum. Evliliğimizde hiçbir sorun yoktu. Ben Esme’yi çok seviyorum doktor hanım. O da beni seviyor. Hamilelik süreci neredeyse yarı oldu. Esme, annesini kaybetti. Kayınvalidem yani. Vefat etti. Bu kayıp Esme’yi çok etkiledi. Bir yandan hamile olunca… Zaten duygusal. Siz daha iyi anlarsınız kadın olduğunuzdan. Eski Esme gitmişti. Sanki böyle kanı çekilmiş gibiydi. Sonra doğum oldu. O da herhâlde zorladı kendisini biraz. Doğumdan sonra içine çekildi. Başlarda normal diye düşündüm. Bir de tekti. Kayınvalidem vefat etti. Annem de gelemedi. Uzak memlekette yaşıyorlar. Ben varım amma siz de bilirsiniz, daha önce çocuk büyütmüş biri daha çok yardımcı olurdu. Doktor hanım, kızımız iki yaşını dolduracak. Esme kızını görmüyor bile. Doğduğundan beri kabullenemedi onu. Başlarda geçici bir durum diye düşündüm. Doktor hanım kızımız annesinin sütünün kokusunu bile bilmiyor. Mahalleden bir sütanne bulduk. Sanki ilk evlendiğimiz yıllarda yaşıyor hâlâ. Bana bile ilk günlerdeki ürkekliğiyle bakıyor. Bazen dışarıdan toparlanmış görünüyor. Ama sadece dışarıdan. Ev işleri falan yapıyor. Geçmiş yıllarda çıkan bir dizinin tekrarını veriyorlar her gün. Onu izliyor bazen. Ama her gün böyle değil. Çoğunlukla kendi içine çekiliyor. Aynaya bile bakmıyor. Gocunduğumdan değil yanlış anlamayın. Evin tüm sorumluluğu benim üstümde. Bir yandan, kızımıza hem ana hem baba olmaya çalışıyorum.”

Uzun uzun kurduğu her bir cümlenin altında eziliyorum. Artık gözyaşlarımdan gözümün önünü göremeyecek hâldeyim. Kalkıyorum. Dışarı çıkıyorum. Kolumla siliyorum yüzümü. Yürüyorum öyle. Bir süre sonra Arif sesleniyor arkamdan. Adımlarımı hızlandırıyorum. Kaç katı yürüyerek iniyorum. Arabanın olduğu yere varıyorum. Kapıyı zorluyorum ama açamıyorum. Arif açıyor. Bir şey demeden biniyorum. O da biniyor ardımdan. Sessizlikten başka bir şey yok aramızda. Sessizliği bozmak için mi bilmem, kıpırdanıyor yerinde. Uzanıp torpido gözünü açıyor. Mendil çıkarıyor. Elime tutuşturacak oluyor önce. Sonra kendisi silmeye davranıyor. Elinden çekip alıyorum mendili. Çalıştırıyor arabayı.

Şimdi burada da konuşmaya başlar diye ödüm kopuyor. Korktuğumun başıma gelmesi yazgımmış gibi biraz sonra bir soru çıkıyor ağzından. Öylece havada kalıyor. “O günü hatırlıyor musun?” O gün mü? Hangi gün? Biraz evvel yıllar öncesinde takılıp kaldığımı belledim sayende. Hatırladıklarımın unuttuklarım yanında hiçbir şey olmadığını. Başka hangi gün, hangi anı var hatırlamadığım? Beş yıllık evliymişiz. Bir kızımız varmış. Annem ölmüş. Sahi bak, hatırlamadıklarıma bir yenisini de ben ekleyeyim. Kızımızın adını hatırlamıyorum. Dokuz ay içimde atan kalbin sahibini, sonra tüm acılara rağmen dünyaya getirdiğim kızımın yüzünü hatırlamıyorum. Cennetin anaların ayakları altında olduğunu çoktan unutmuşum. Söylesene Arif başka neyi hatırlamıyorum?

“Yağmurun şimdiye kadar öyle yağdığı başka bir günü hatırlamıyorum. Yürüyüşe çıkmıştık. Bana söyleyeceğin bir şey vardı. O kadar yürümüştük. Dönmeye başladık. Tek kelime bile etmemiştin. Sonra birden yağmur bastırdı dönüş yolunda. Hızla koşmaya başladık. Elinden tuttum. Bir elimizle başımızı korumaya çalışıyorduk. Sonra sen birden durdun. Ben sana öylece bakıyordum. Anlayamıyordum. Şarıl şarıl yağmur yağarken neden durduğunu. Bir kızımız olacağını söyledin orada. Yol boyu neden tek kelime edememiştin, anladım. O an dünyadaki en mutlu adamlardan biri de ben olmuştum Esme.”

Başımı dışarı çeviriyorum. Dikiz aynası buğulu. Yağmur dinmeye başladı. Dışarıda bir kadın var. Saçları rüzgârda uçuşuyor. Bir adam ona doğru koşuyor. Elinde şemsiye var. Geç kalıyor. Yağmur durdu. Kadın gene de seviniyor. Sanki adam geç kalmamış gibi. Adamı da gecikmeyi de kabulleniyor içinde. Kocaman gülüyor. Şimdi yağmursuz havada şemsiye altında yan yana yürüyorlar.

Eve vardığımızda Arif kızımızı sütannesinden alacağını söylüyor. Doktor ilaç yazmış bir de. Eczaneye uğrayacakmış önce. Başımla onaylıyorum. Eve giriyorum. Paltomu ve çantamı vestiyere bırakıyorum. Salonun ortasında duruyorum. Pencerenin önünde iki berjer var. Biri şampanya rengi öteki bordo. Yatak odamıza gidiyorum. Boy aynasının önüne geçiyorum. Beyaz tenim soluklaşmış. Göz altlarım mosmor. Evleneli beş yıl olduysa yirmi iki yaşımdayım. Ama gören otuza merdiven dayadım sanır. Pencereyi açıyorum. Rüzgâr içeri doluyor. Gözlerimi kapıyorum istemsiz. Yüzümde ılıklık hissediyorum. Gözyaşlarımın sebebi yüzüme doğru uçuşan tozlar olmalı. Çok geçmeden rüzgâr başımdaki örtüyü uçuruyor. Saçlarıma dokunuyorum. Belikleri çözmeye başlıyorum. Önce yavaş yavaş sonra bir hışım. Saçlarımı yolarcasına çekiştiriyorum. Belki kessem tüm ağırlıktan kurtulacağım. Komidinden makas alıyorum. Aynanın önüne geçiyorum. Ağlayan Esme ağlayan Esme’ye bakıyor. Makası saçıma doğru götürecekken son anda aynaya saplıyorum. Tuz buz oluyor. Bir de ayna kırıldı diye ağlıyorum üstüne. Etrafa bakınırken köşedeki çeyiz sandığını görüyorum. Gidip açıyorum. İçinde ne var ne yoksa çıkarıyorum. Makasla gelişigüzel kesiyorum. Kestikçe rahatlıyorum. Kestikçe hafifliyorum. Önümü görmez gibi öylece keserken içeriden bir ağlama sesi geliyor. Duruyorum birden. Makas elimden kayıp düşüyor. Hatırlıyorum. Kızım. Seher.

Hasna Para

 

 

 

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • nck , 08/12/2022

    Aynaların psikolojik sorunları anlatma üzerinde bir etkisi olduğu açık. Makasların da öyle… Her ikisinin kullanımı da öyküyü farklı boyuta taşıyıp gerçek kılmış. Tabii anlatımın da etkisi var… Neticede çarpıcı bir hikâye okudum. Yazara teşekkür ederim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir