Aydınlanma

Kimseler tanımaz beni. Var mı böyle biri, demeyin. Ha, baştan söyleyeyim, ıssız bir adaya düşmüş, saçı sakalına karışmış bir bedbaht falan değildim. Ben, insanların en kalabalık olduğu şehirlerden birinde tanınmadan yaşayabilen biriyim. -abilmek ekini kullanmam, bunu bir yetenek olarak sunmak eğilimimdendir ki rica ederim, benim gibi biri için çok görmeyin. Ben, bunun bir yetenek olmadığını, bilakis düpedüz bir acizlik olduğunu bile bile yetenekmiş gibi aktarayım sizlere, sizler de bu acınası halime içten içe güler ya da üzülürken, “Vay be, ne hünerli adam!” deme nezaketini gösterin. Bunu dilenirken sizden, çok bir şey istemiş de olmam hani. Böyle yapmaz mıyız zaten normalde? Hem de sık sık… Biliriz bilmediklerimizi bilmiş gibi davrandığımızı; ya da tam tersini.

Kimseyi suçlamak hakkım değil. Çirkinliklerle bezenmiş bir adamım ben. Koca bir göbek, tek bir kaşın altında yükselmiş koca bir burun, düşük omuzlar, kısa bir boy, kıllı eller (Bu arada güzelliğin ve estetiğin, çirkinlik gibi bir duvar oluşturmadığı, bilakis kapı araladığı aşikâr)… Bunlar, bana bakanların gördükleridir. Ya bir de konuşmaya başladığımda? Kesik cümleler, peltek harfler, sağlıklı kurulamayan göz temasları, çaresini bir türlü bulamadığım ağız kokusu… Bu sonuncusu, muhtemel ki içimde bir yerlerde uzunca bir zaman önce baş göstermiş bir hastalığın alarmı. Ancak ne gam! Hastalık, bir müjdedir benim gibiler için. Ölümlü olduğum muştusunu kulağıma fısıldayan bir sevgilidir. İntihar mı? Asla! Böylesi bir cesaretle kuvvet ve karar arz eden yüreğin bende olmadığını anlamışsınızdır zaten. Ancak düşünmediğimi sanmayın bu zamana kadar. Düşündüm… Fakat vardığım sonuç, intiharın gayet bencilce bir şey olduğuydu. Sadece ekmeğinin peşinde olduğu için bana sırnaşıp duran bencil sarı kediye, her Cuma namazı çıkışı önüme uç beş kuruş atarak Rablerine birer adım daha yaklaşan bencil insanlara ve ara ara simitlerimi paylaştığım bencil kuşlara bu bencilliği yapamazdım. Yo, hayır, kapatalım bu konuyu. Hem, emin olun, sizler de istemezsiniz ölmemi. Yaşadıkça ben ve benim gibiler, sizler, Allah’a daha da yakınlık ve bağlılık hissiyle dolar, taşarsınız. “Çok şükür, ya şunun gibi olsaydım?” İşte, bizler, bu büyük misyonla kader tarafından görevlendirilmiş önemli adamlarızdır. Hem, maddi yardımlarınızı da kabul edecek kadar alçak gönüllüyüzdür. Yeter ki bu sayede sizler arınabilin ve rahat vicdanlarınızın konforlu koltuğunda sevaplarınızı telafi edecek günahlar için kum saatini tepe taklak ededurun.

Bana, kendinden bahset, deseydiniz on ay kadar önce, böyle başlardım konuşmaya. Bir bilseniz önceki halimi… 31 yaşında bir çocuktum ben. Hayır, yanlış anladınız, “çocuk” kelimesini burada o masum, saf, melek ifadelerinin hayat bulduğu güzellikleri karşılaması için kullanmıyorum; aksine, arzu ve isteklerle donatılmış pür mızmız, tatminine yarayan şeye kavuşamadığında feryadı basan, ağlayan, zırlayan yaratıklar anlamında kullanıyorum. Evet evet, tam da buydum. Büyümemiştim hâlâ. İşte, yaşıma rağmen çocuk kalabilmeyi başarmış biriydim ben (siz iyisi mi, bunu da yetenekler listeme ekleyiniz). İşte tam da bu yüzden, uzun geceler ne gözyaşları döktüm, bilseniz… Sebep, sırf ehlîleştirilmemiş, terbiye edilmemiş bir nefse sahip olmam, diye düşünüyordum. Hepsi bu! İnsan olmamdan dolayı ne acılar çektim ben. Süründüğüne kahrolan bir yılan, çürüdüğüne hayıflanan bir ölü, yalancılığına esef eden bir politikacı, estiğine üzülüp duran bir rüzgârımdım ben. Bunların hepsiydim kendi içimde. Kalabalıktım gürültülü dünyamda. Bu sebeptendi sakinliğim, suskunluğum. “Tanrının özü kudret, insanın özü arzudur”, demiş ya bir filozof… Ben, arzuların pençesinde kıvranan tepeden tırnağa bir insandım. Üstelik bunlardan sıyrılmak için bildiğim yolların her biri birbirinden acılı ve uzundu. Sebat isteyen yollardı. Hâlbuki bu kelimeye, yazılı olduğu sözlüğün kâğıdı ve mürekkebi kadar yabancıydım.

“Eee? Yani?” mi diyorsunuz şimdi? “Sadede mi geleyim?” Ah, işte, bu da sizin eksik yanınız; sabır! Bu işte ben öylesine iyiyimdir ki. Bir kedi kadar olmasa da bir salyangoz kadar diyebilirim. Ancak sizlerde, bir gelincik telaşı var. Bir tavşan heyecanı… Siz, zaman ile unutmak arasındaki doğru orantıya esef edersiniz, bense şükür… Sevimli bir evcil hayvan gibi düşünürüm bazen zamanı. Kucağıma alıp öpmek isterim onu. Okşamak, sevmek, koklamak, karnını doyurmak… Çünkü o, unutmayı bahşeder zihnime engin hazinesinden. Unutmak, ne hoş bir ağrı kesicidir yaşamak hastalığının acısını dindiren. Göze fer, dize dermandır. Unutmak… Sizin şikâyetlerinizi şahlandırır, benimse umudumu.

Peki, başlıyorum o halde: Zannederim bir kasım ayının onuydu. On… Ne de tamamlanmış bir sayıyı ifade eder insana… Dokuzdaki kusur yoktu o günde; ya da on birdeki yetersizlik… Tam onuydu. Şiddetli bir baş ağrısıyla uyandım uykumdan. Bu, beynimin sol tarafından omzuma doğru akıp devinen bir lav şelalesi hissiyle bende kalp çarpıntısı yapacak kadar acımasız bir ağrıydı. Muhammet Ali’den siyah-beyaz sağlam bir yumruğu birden bire çeneme yemiş gibiydim. Zaman akıyordu yelkovan ve akrebe sorsam. Ancak geçmiyordu. Akan şeylerin de durabildiğini öğrendim. Ağrıdı, ağrıdı, ağrıdı… Tâ ki kıllı, kaba saba bir adam olup yatağımın yanına oturana kadar… “Yeter,” dedim, “Misafirliğin kısası makbuldür. Geldin, yıktın, parçaladın, mahvettin. Alacağını al ve rahat bırak beni.” Başını hafifçe sola yatırdı. Bir “aşkolsun” sözü kurtulur gibi oldu dudaklarından lâkin bana öyle gelmiş de olabilir. Zira bir turist havası vardı görünüşünde. Dilimi bildiğinden emin değildim. Ya sağır, dilsizdi ya da yabancı. Tüm yalvarış ve gözyaşlarıma bu denli kayıtsız kalmasının başka bir açıklaması yoktu çünkü.

Art arda aldığım ağrı kesicilerin ardından uyumuş kalmıştım. Uyku… Ne büyük bir devletti benim için, şimdi anlıyordum. Bir de şu rüyalar olmasa daha rahat hissedecektim kendimi ya, neyse… Rüyamı, öğleye doğru kalkıp da birkaç yudum kahveyi mideye indirdikten sonra hatırlayabilmiştim tüm ayrıntısıyla. Tuvalet ve banyoların tavanlarındaki köşeleri ağlarıyla lanetleyen şu ince uzun bacaklı, ortası şişkin örümceklerin sırıtarak kol kola halay çekişlerini izlemek de neyin nesiydi?

Sonraki günlerde bir baş ağrısı krizine daha tutuldum. Bu ise birincisine rahmet okutur cinstendi. Ağrı, belirli bir seviyenin ardından yine kişileşti ve başucumdaki taburenin üzerine iltica edip bacak bacak üstüne attı. Bu seferki kılığı, kırklı yaşlarda gayet uygunsuz bir giyimle süslenmeye çalışmış çirkin mi çirkin bir kadıncağızdı. Dişlerinin pisliğini, o havuçlu barbunya yemeğini andıran kokusunu beynimde netleştirdikçe, ağrıdan kıvranmaktan çok, sinirimden kudurmaya başladım. Bulduğum ilk fırsatta da boğazına yapışmak için hamle yaptım. Gülümsüyordu. “Defol, çık, git evimden!” diye haykırıp suratının ortasına attığım yumrukla o bakımsız yağlı saçlarının havada süzülüşünü görmem bir oldu. Öldürememiştim onu. Zira ağrım geçmemiş, sadece hafiflemişti. Bayılmış olmalıydı en kötüsü. Yine kendimi, tuhaf bir rüyanın ortasında bulmam, ertesi gün, iç dünyamda bir şeylerin ters gittiği konusunda emin olmamı sağlayacaktı.

Rüyamda, evimi su basmıştı. Her yer ayak bileklerime kadar sulara gömülüydü. Anladığım kadarıyla sorun, mutfak lavabosunun altındaydı. Vakit kaybetmeden dolabı açtım. İşte, karşımda gene bir yaratık duruyordu. Hem de en bu dünyaya ait olmayanından… Bu, koca koca yumuk gözleri, bir çift burun deliği, tatlı küçük bir ağzı, minik ayakları olan mor ve parlak tüylerle kaplı yuvarlak bir şeydi. En tuhaf yanı, kafasının sağ tarafından çıkmış tüylü yılandı. İkisi bir vücuda yapışıktı. Yılanın da kendi gözleri ve ağzı vardı; kımıldıyordu. Su baskınından dolayı baya bir su yutmuş olmalıydı lavabonun altında. Refleksle hemen kucakladığım gibi sarsmaya ve ters çevirmeye başladım. Bir süre sonra öksürdü, içindeki suları püskürttükten sonra o koca gözlerini açıp bana minnetle baktı. Bu arada kafasının yanındaki yılan da yarı baygın halden sıyrılmış, daha bir çevikçe hareket etmeye başlamıştı. Yorgun olduğunu anlayabiliyordum. Hemen yatağıma götürüp yatırdım ve üstünü örttüm. O kadar şirindi ki… Ancak bir müddet sonra yanından kalkmak istedim haliyle. Halletmem gereken işler vardı. Öyle ya, sabahtan akşama kadar onu eyleyemezdim. Birden vahşi bir bakış attı yılan. Her an saldırabilirim, imajı vermişti bu hareketi bana. O vakit anladım ki asla gitmeme izin vermeyecek. Ancak şirinliğinin altında beni ürküten bir hali vardı bu yaratığın. Fena halde rahatsız olmuştum. Ve… Birden sıçrayarak uyandım.

Sağ elim şiş ve mosmordu. Elimi hareket ettiremiyordum. Tuhaf bir şekilde çok acı da hissetmiyordum. Sonra sonra o kart kadına attığım yumruk geldi aklıma. “Kahretsin!” dediğimi hatırlıyorum. Hemen evden çıkıp hastaneye gidişim, ortopedi doktoruyla aramda geçen o tuhaf diyalog, daha nelerin beni beklediğine bir işaretti belki de. “N’apmışsın oğlum sen?” diye soran yaşlı doktor, aslında bir soru sormuyor, bir vahameti ifade ediyordu sanki. “Neye bu denli sinirlendin de vurdum elini duvara. Paramparça etmişsin kemiklerini. Parçalı kırık… Kim kafanı bozmuşsa ona vursaydın daha akıllıca bir iş yapmış olurdun.” Beni iyice zır deli ya da korkağın teki sanıyordu galiba. Nelerle baş etmek durumunda olduğumdan bihaberdi tabiî. “Öyle yaptım zaten,” dedim gururla, “Tek yumrukla yere serdim. Fakat sadece bayıltabildim. O pis duvar çıkmasaydı karşıma öldürebilirdim de… Ama doktor, her şeyde bir hayır vardır. Belki de şu an kaşınıza bir katil olarak ellerim kelepçeli gelecektim.”

Bir buçuk aylık bir kolumda alçıyla yaşamak zorunluluğu süresince aklımda tek bir şey vardı: “N’oluyor?” Önce şiddetli bir ağrı, ardından, bu ağrının insan şekline bürünüp görünür olması, sonrasında ise rüyalarımın davetsiz misafirleri… Sıra hiç değişmiyordu. Aklımı oynatıyordum, bunun başka bir açıklaması olamazdı. En az benim kadar “öteki” bir arkadaşım, o günlerde ziyaretime geldiğinde, düşünceli halimi sezince olan biteni anlattım ona. O, beni anlayabilecek biriydi. Açıkçası içime su serpti sözleriyle. Dediğine göre bu, sadece benim başıma gelmiş bir şey değilmiş. Ona da zamanında bir yaratık musallat olmuşmuş. Bu, çocukluktan ergenlik dönemine geçişte devam etmiş bir meseleymiş. Boyu ancak beline kadar gelen, hafif çocuksu, kaslı, yeşil bir şeymiş. Hatırladığı kadarıyla ona, mini bir Hulk izlenimi veriyormuş. Dişlerinin keskinliğini daha dün gibi hatırlıyormuş. Bazı geceler rüyasına gelir, onu kovalarmış. O da kaçarmış can havliyle ve ısıracağı düşüncesiyle. Hâlbuki yaratık, onu yakaladığında sadece ona sarılırmış. O da uykudan sıçrayarak uyanıverirmiş. Dediğim gibi, buraya kadarki anlattıklarıyla beni, bunu yaşayan yalnız biri olduğum düşüncesinden kurtarması cihetiyle mutluydum. Tâ ki son yorumuna kadar: “Artık görmüyorum onu. Hem de uzun zamandır. Aslını sorarsan özledim bile diyebilirim. Başına neler geldi acaba? Ya öldü bir yerlerde ya da yaşlandı artık, koşamıyor eskisi gibi. Gerçi belli olmaz, bende umduğunu bulamadıysa belki başka çocuklara musallat olmaya başlamıştır, kim bilir. Aman, ölmesin de… Ne de olsa bir nevi çocukluk arkadaşı…” İyisi mi ben, daha aklı başında, daha profesyonel bir yardım almalıydım ve bundan sonrasını, rasyonel bir kafadan çıkması muhtemel hamlelerle halletmeliydim.

Benim için hiç de alışıldık olmadığım bir süreç başlamıştı. Şikâyetimle ilgili gitmediğim yer kalmamıştı neredeyse; nöroloji, beyin cerrahisi… Ya MR, tomografi, test, tahlil ve benzeri tetkikler? Hiçbiri elle tutulur bir cevap vermiyordu. Allah’ım, o kadar sağlıklıydım ki… Ağız kokumun bile herhangi bir rahatsızlığa değil, dişlerimi fırçalamamama dayandığını fark etmiş olmam, çaresizliğime çaresizlik katmıştı. Zira hal böyle ise bendeki bu tuhaf baş ağrıları, sanrı ve rüyaların sebebi ne olabilirdi? Bu düşüncelerle tekrar kabuğuma çekildim. Artık tuhaflığıma boyut giydiren yeni hayatıma alışıyordum. O güne ve raddeye kadar…

O gün, diğer günlerden çok farklıydı. Ayın kaçı olduğunu fark ettiğimde ise artık çok geçti. Ağustosun yirmi dokuzuydu. Ne olmamış, pişmemiş, ne belaya davet çıkaran bir sayı ama! Baş ağrım, çıldırtacak seviyeye geldiğinde kendimi dışarı attım. Evden çıkmadan güçlü bir ağrı kesici içmiştim aslında ama bir nefes almak kadar etkisiz eleman pozisyonundan ileri değildi etkisi. Mahallemde kol gezen serseriler ve sarhoşlar umurumda bile değildiler. Keşke birkaçı çatsaydı da bana verecekleri acının etkisiyle baş ağrımı unutsaydım. Ne var ki halim nasıl bir görünüme yol açıyordu bilmiyorum ama beni gören, ya yolunu değiştiriyor ya da karşı kaldırıma geçiyordu. Acile koştum ve yalvarırcasına, “Ölüyorum doktor, iğne, iğne yapın bana ya da serum falan,” diye inledim. Bir serumu damarlarımla emdikten sonra değişen hiçbir şeyin olmadığını hissedebilecek kadar bilincim yerindeydi. “Bir daha,” dedim, “N’olur, bir daha.” Adam benden nefret etmişe benziyordu. Bir pisliğe bakar gibi bakıyordu bana. Çünkü benim yüzümden durmadan şekerlemesi bölünüyordu beyefendinin. Bu kez vurduğu iğneyle kalktım yerimden ve yavaşça bir bankın üzerine kıvrıldım. Fakat ne yazık ki ne uyuyabiliyor ne de artıp duran ağrıdan yakamı kurtarabiliyordum. Bu arada felsefî düşüncelere dalmaktan kurtaramıyordum kendimi. Bir ağrının ve acının sınırının olmayabileceği aklımın ucundan bile geçmezdi. Ve ben, bir yandan da kendimle gurur duyuyordum o haldeyken. Çünkü sergilediğim performansla kendimi bile şaşırtıyordum. Aman ya Rabbi, ne kadar da dayanıklıydım! Sürünerek girdim doktorun odasına tekrar. “Ağrım geçmiyor, lütfen bir şeyler yapın.” Adam, yüzüme bile bakmadan saçlarını karıştırarak, “Yapamam, sana yaptığım iğne, ameliyat sonrası ağrı kesicilerden. Kaldıramazsın. Ben de bu sorumluluğu alamam.” Sorumluluk mu? O an bırakın bir acil pratisyen hekimini, Hipokrat, Lokman Hekim veya İbn-i Sînâ olsa halime dayanamaz, bir çare için kolları sıvardı; sonuç neye mâl olursa olsun…

Tek yapabildiğim, hastanenin bahçesinde çimlere öylece uzanmak oldu. Bilincim yarı açık, önce birkaç örümceğin gülümseyerek yanıma geldiklerini gördüm. Sonra da yılanlı kafasıyla o sevimli yaratığın… Havada bir ayrılık kokusu vardı. Ancak kimin veda edeceğinden emin değildim. Beni asıl şaşırtan, tam da tarifine uygun bir şekilde yeşil yaratığın ziyareti olmuştu. Arkadaşımı terk etmek durumunda kalışının verdiği burukluğu hissedebiliyordum bakışlarından. Elimde olmadan, tüm acıya rağmen mırıldandım: “Seni hâlâ özlüyor…” Gülümsedi: “Yorma kendini. Bunları düşünecek zaman değil. Uyu!” Sonra her şey birden değişiverdi çevremde. Yaratıklar, hastane, çimler, bank… Kendimi, tanımadığım bir odada, bir yatağın kenarında otururken buldum. Yamacımda kıvranan genç; ağlıyor, yalvarıyor, kıvranıyordu. Bense az önce olanların etkisiyle ona, şaşkın bir şekilde bakmakla yetiniyordum. “Yeter” diyordu bana zavallı, “Yeter, git başımdan. Offf, Allah’ım, al canımı!” İşte, o an netleşmişti her şey.

“İnsan, sosyal bir canlıdır” demiş bir düşünür. İyi de ne anlamda? Ne şekil ve seviyede? İşte, bu soruların cevabını vermişti bana o kıvranan, yazamayacağım küfür ve tehditlerle beni yatağından kovan genç. Bizler, öylesine sosyal yaratıklarız ki… Birbirimizin ağrısı olacak kadar… Tamam, diye haykırıp “evreka” çığlıkları atarken, artık çevremde ne bir yatak odasının ne de kıvranan bir gencin olduğunu anlamam, biraz zaman almıştı. Etrafımdakiler, tuhaf bakışlarla beni süzüyor, bense şehir meydanında muhteşem bir enerjiyle nutuk atıyordum. Bu, aydınlanışımdan sonraki ilk söylevimdi insanlara. Artık buna memurdum.

Baktım beni anlamıyorlar ya da hazır değiller şu an için söylediklerime, alelacele cebimdeki son kuruşlarımla kırtasiyenin birinden birkaç kalem ve bir top kâğıt aldım. Yuvama gidip tünedim. Kuluçkaya yatar gibi… Yazdım, yazdım, yazdım… Kendime geldiğimde üç gündür evde oturup yazı yazmış olduğumu fark etmem beni daha da heyecanlandırmıştı. Tam tamına yüz sayfalık çığır açacak makalemi alıp koltuğumun altına, üniversitenin yolunu tuttum. İnsanlara selam veriyor, selamımı almayanlara sinirlenmiyordum. Sanki bambaşka birisi olup çıkmıştım. Uzunca bir yolculuğun ardından nihayet rektörlük binasının önündeydim. Kapıdaki üniformalılar, nedense üstümü ihtimamla aramaya koyuldular. Hâlbuki detektör ötmemişti bile altından geçerken. Sonra danışmadaki kadın… Öyle sorular sordu, öyle akıl dışı şeyler söyledi ki anlatamam. Yok randevu, yok görüşemezsiniz, bilmem ne… Yahu belki karşısında müstakbel bir öğretim üyesi duruyordu, nereden bilebilirdi ki? Ama yoook, dediğim gibi, görünenin ardına inemeyenlerdendi bu kadın da. Ona sakin sakin mühim bir makale yazdığımı, yüzyılımızın refahının ve geleceğimizin sıhhatinin bu makaleye bağlı olduğunu, bu yüzden rektör beyle kesinlikle görüşmem gerektiğini, arzu ederse bir heyet huzurunda savunmamı yapabileceğimi anlattım da anlattım. Ama yoktu işte. Meslektaşım Einstein ne de haklıydı, insanlığı kurtarabilecek şeyler kaleme aldığım halde önyargıları parçalayamıyordum işte.

Sonrası mı? Sonrası gördüğünüz… Huzurunuzda bu konuşmayı yapıyor olmam… Oradan apar topar aldılar beni ve büyükçe bir hastaneye kapattılar. Rica ederim, bana oradaki arbededen bahsetmeyin. Haklıydım. Çünkü inanmış birinin önünde dağ olsa yıkılır. Gerçekler karşısında bu denli kör olunmaz ki! Ne, güvenlik görevlisini mi ısırmışım? E… Evet ama o da bana ettiği saygısızlıktan bahsetmemiş anlaşılan. Neymiş, toplum huzurunu tehdit ediyormuşum da falan filan… Deliler, akıllılarda bir problem olduğunu düşünürmüş ya, sizler de o hesap… Beni buraya kapatmakla hiç de akıllıca bir iş yaptığınızı sanmayın sakın.

Sormayacaksınız diye o kadar korkmuştum ki… Gerçi sormasanız da anlatacaktım ben ya, neyse… Demek makalem ne hakkında? Kısaca mı özetleyeyim? O zaman olabildiğince tasarruflu kullanıyorum kelimeleri, bilmiş olun. Anlattığım gibi, farklı ruhî ve aklî merhaleler atlattıktan sonra anladım ki ağrılarımın ardından gözüme görünen kişiler, hayatımda problemlere yol açmış insanlar… Kendime geldiğimde yanımda bulduğum acıyla kıvranan gencin ise hayatına, olumsuz yönden benim bir tesirim olmuş (gördüğünüz gibi, birilerini illa da tanımamız gerekmiyor onların hayatlarına etki edebilmemiz için). Rüyalar ve yaratıklar derseniz; onların, iç dünyanızdaki kişilikleriniz olduğunu, maskelemek zorunda kaldıklarınızı ifade ettiklerini kolaylıkla anlarsınız. Yani gizli, karmaşık ve gizemli ağlarla örülü bir problem ve ağrı sarmalından başka bir yerde değiliz biz. Bakmayın dünya münya gibi saçma sapan laflar ettiklerine. Bana yutturamazlar! Ne dünyası, burası ağrılar cenneti, o kadar! Şimdi, ne yapmalı? Ya geçici olarak ağrı kesicilerle birbirimizi uyuşturmalı ya da problemleri kökten çözmeye çalışarak yardımlaşmalı… Evet, işte tam da bu söylemek istediğim. Birbirimize ağrı yerine mutluluk verirsek o vakit daha başka bir yarın bekliyor olacak bizi. Nasıl ama? Sizce de çok iyi, değil mi? Ne dersiniz?

Doğru, anlattıklarımı hazmetmek ve özümsemek için zamana ihtiyacınız var, haklısınız. Peki o halde, ben beklerim o vakte kadar. Pardon, bu iğne ne için şimdi? Başım falan ağrımıyor ki benim. Bir dakika, durun, bir şey anlatıyordum. Durun, geçti ağrılarım, iyiyim ben, istemiyorum iğne falan. Anlatmam gerek, aktarmam, açıklamam. Ben… Ağrılar… Görmüyorlar birbirlerini insanlar. Körler! Durun dedim size, gidin başımdan. Defolun! Bırakın! Bırak…

Cüneyt Dal

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir