Şehri ikiye bölen ırmak. Irmağın üzerinde yaya köprüsü. Yaya köprüsünün üzerinde bank. Bankın üzerinde ben. Benim üzerimde dünya. Dünyanın üzerinde depremler, seller, çığlar, yangınlar…
Suya bakıyorum. “Suya bakıp da nasıl delirmez ki insan?” diyen yazarı düşünüyorum. Deliliğe övgüler yağdırmıyorum. Suya bakmaya devam ediyorum. İnsanlar yürüdükçe, gençler koştukça, çocuklar zıpladıkça sallanıyor köprü. Sallanıyorum. Sırat’ı düşünüyorum, sırat-ı müstakimi. Kendimi hayatın bir köşesine iliştirmeye çalışıyorum. Nereye koysam olmuyorum, hiçbir yere yakışmıyorum, durmadan yerimi yadırgıyorum. Delik deşik oluyorum yine de kapamıyorum bir köşe. Deliliğe yaklaşır gibi oluyorum. İnsan deliliğe yaklaşsa bunun farkına varabilir mi, diye soruyorum kendime. Bilmiyorum. Suya bakıyorum. Salâ okunuyor ben suya bakarken. Dinliyorum, dinleniyorum. Salâ her zamankinden daha bir acıklı geliyor ama daha çok üzülmüyorum. Salâ bitiyor, ardından günün talihlisi açıklanıyor. Duruyorum. Duyuyorum. İsmim okunuyor. Şaşırıyor muyum? Hayır, suya bakıyorum. Birkaç salise durup idrak ettikten sonra kalkıyorum yerimden, fırlamak gibi biraz. Etrafımdaki insanlar bana bakıyorlar. Ben onlara bakmıyorum. Köprüyü salladığım için bana kızıyorlar galiba. Kocaman kadının yaptığına bak filan gibi şeyler de söylüyorlar galiba. Olsun, onlara kızmıyorum. Nerden bilecekler ölüm haberi almanın mutluluğunu. Bunu düşünürken dank ediyor, duruyorum birden. Ya diyorum isim benzerliğiyse. Ya ben değilsem ölen. Oturduğum bankın yanına koşuyorum, kalkarken yani fırlarken yere düşürdüğüm çantamı açıyorum, telefonumu çıkarıyorum içinden. Herhangi bir bildirimle karşılaşmıyorum. Annemden babamdan, kardeşimden, eşimden, dostumdan… Herhangi birinden herhangi bir bildirim. Yok. Yalnız ölmek, yalnız yaşamaktan güzeldir belki diyorum. Yok, ikna olamıyorum. İnsan ölürken bile yanında birileri olsun istiyor. Ben, toprağın altında yalnız kalacağımı düşünürdüm. Cenazemden en son gidecek kişiyi düşünürdüm. En son da olsa gideceğini ama en son gideceğini… Düşündüğüm gibi olmadı. Gelmedi kimse. Cenazem bile olmadı. Belki olacaktır, acele ediyorumdur belki. Ama bana haber bile verilmedi. Kendi cenazesine çağırılmayan kadın… Böyle söyleyince komik oldu. Gülemedim. Belki de ben değilimdir diyorum yine ama insan ölüp ölmediğini bilmez mi? Tekrar bakıyorum telefonumun ekranına. Ekran bulanıklaşıyor siliyorum, geçmiyor. Gözlerimi siliyorum, geçiyor. Ölen ben değilsem diye mi üzülüyorum, ölen bensem ve kimsenin umurunda değilsem diye mi üzülüyorum, bilmiyorum. Ölmüşüm de ağlayanım yok gibi bir şeyler geçiyor içimden. Ağlıyorum. İnsan kendi ölüsü başında ağlar mıymış hiç! Ağlarmış. Burnum akıyor ağlayınca, koluma siliyorum. Ölen insanlar ceplerinde selpak taşımazlar. Bunu kendimi güldürmek için söylüyorum. Gülmüyorum. Kalkıyorum yerimden, yavaş yavaş kalkıyorum, köprüyü sallamadan, kimseyi sarsmadan. Köprünün korkuluklarına yaslanıyorum, köprünün altından akan sulara bakıyorum, çoklar gerçekten. Atalarımızın sözünü teyit etme gereksinimimden dolayı utanıyorum. Oturuyorum yere, ayaklarımı korkulukların arasından sarkıtıyorum. Kafam sığmıyor korkulukların arasına. Korkuluğun üzerine yaslanıp suya bakıyorum. Deliliğe değil belki ama suya yaklaşıyorum, ayaklarım daha çok yaklaşıyorlar. Yağmur başlıyor.
Kaldırıyorum kafamı etrafıma bakıyorum. Yağmur hızlanıyor. İnsanlar köprünün hangi tarafına, ırmağın hangi yakasına daha yakınlarsa o tarafa koşmaya başlıyorlar herhangi bir binaya sığınmak umuduyla. Ben kalıyorum köprünün ortasında. Zaten en çok ortadakiler, her iki tarafa da eşit mesafedekiler bilemezler nereye gideceklerini. Bakıyorum, ben en çok ırmağa yakınım. Korkuluklara sıkışan bacaklarımı kurtardıktan sonra bir kez daha bakıyorum telefonuma, hâlâ bildirim yok. Kolumu kaldırıp kafamın arkasına kadar geri çektikten sonra ırmağın atabileceğim en uzak noktasına atıyorum telefonumu. Öyle uzağa düşüyor ki düşünce çıkardığı sesi duyamıyorum, öyle uzağa düşüyor ki suda oluşan halkaları bile göremiyorum. Telefonumun ardından çok beklemeden kendimi de atıyorum suya. Ki ben zaten ölüyüm, ki benim ölümüm zaten kimseyi ırgalamamış. Öyle yakına düşüyorum ki çıkardığım sesi duyuyorum, cup. Öyle derine düşüyorum ki suda oluşan halkaları göremiyorum. Ben suya karışınca kapkara oluyor su, hızlı hızlı akmaya başlıyor, dalgalanıyor… Ben suya karışınca duruyor yağmurlar, seller, depremler, çığlar, yangınlar…
Kaldırıyorum kafamı etrafıma bakıyorum. Korkuluklara sıkışan bacaklarımı kurtardıktan sonra az önce oturduğum banka geçiyorum. Yağmur hızlanıyor. İnsanlar köprünün hangi tarafına, ırmağın hangi yakasına daha yakınlarsa o tarafa koşmaya başlıyorlar. Ben kalıyorum köprünün ortasında. Islanıyorum. Kumdan bir kale gibi ıslandıkça dökülüyorum. Her kum tanesi başka bir şeye denk geliyormuş ve artık ağır geliyormuş gibi dökülüyorum. Her yağmur damlası başka bir şeyin seli oluyor, her sel biraz daha boğuyor. Suya bakıyorum. Delirmiyorum. Delirememek büyüyor içimde, buzullarım eriyor, sudan dağlar çullanıyor üzerime, çöllerimi seller basıyor.
Ben o ırmağın üzerinde, o köprünün üzerinde, o bankın üzerinde hangi dünyaya ait olduğumu ya da hangi dünyaya ait olmadığımı anlamaya çalışırken ve insanlar ırmağın yakın oldukları yakasına, köprünün yakın oldukları tarafına kaçışırlarken bir teyze gelip oturuyor yanıma. Uzun süre oturuyoruz beraber yağmurun altında ve köprünün ortasında ve bankın üzerinde. “Teyze ıslanıyorsun, hasta olacaksın” diyecek oluyorum. Susuyorum. Biraz daha oturuyoruz. Yine dayanamıyorum, “Teyze neden gitmiyorsun, bizden başka kimse kalmadı” diyecek oluyorum. Yine susuyorum. Oturmaya ve uzaklara bakmaya devam ediyoruz. Ben kalkarsam kalkar belki diye düşünüyorum. Neden böyle düşünüyorum bilmiyorum. Kalkıyorum, çantamı almıyorum, köprünün herhangi bir tarafına doğru yürümeye başlıyorum. Ne yapacağını acayip merak ediyorum.
– Kızım.
Bana mı söylüyor? Benden başka kimse yok. Ya telefonla konuşuyorsa. Çünkü böyle klişelerle muhatap olmaktan hiç hoşlanmam. Ne kaybederim ki, hele ki şu durumda… Bakıyorum. Bir şey söylemiyorum, sadece bakıyorum. O da bana bakıyor. Yanlış mı anladım acaba diye düşünüyorum ama kimse yok bizden başka telefon filan da yoktu ortada. Neyse, diyorum. Dönüp arkamı yürümeye devam edecek oluyorum…
– Nereye bakarsan oraya dönüşürsün.
Böyle söylüyor. Yavaşça kalkıyor yerinden, köprünün diğer tarafına doğru yürümeye başlıyor. Biraz durup arkasından baktıktan sonra ben de yürümeye devam ediyorum. İki sırılsıklam kadın, köprünün, belki de dünyanın, orta yerinde başka taraflara doğru yürüyoruz.
Şadiye Sare Kaplan
1 Yorum