Aklın Odaları ve Saklı Huzursuzluklar

Gece yarısı. Ayağına doğru bir soğukluktur sokulmuş; ağır ağır onu huzursuzluğuna taşıyacak olan o biricik evhamlarından biri daha çıkagelecek ve onunla dalga geçer gibi, evet onunla bir çocukla oynar gibi oynayacak. Belki de zırt pırt açıp kapadığı ve laçkalaşan televizyon kumandası, kanallardan ziyade onu kumanda ediyordur. Ne bileyim, yok yere, bir şey yemeyeceği halde mutfağa girip çıkması, şöyle bir tuvaletin önünde oyalanması ve uykusunu arıyor gibi bir hali olsa da uyuyabilmesi için üzerine illa güneşi doğurtmadan başını yastığa koymayacak olmasının hiçbir arızalı tarafı yok. Tek sorun bu kadının evhamlarıyla başlayan o gürültüleri. Gürültü demişken bu bahse Zümrüt’ün evhamlarıyla giriş yapmanın benim için ne kadar sesli bir mevzu olduğunu bir bilseniz, benden bu kadın hakkında başka hikâyeler dinlemeye çekinirsiniz.

Kap kacak, güğüm leğen ne varsa şangırdamaya başladığı zaman evin içinde ayarı bozuk vantilatör pervanesi gibi dönmeye ve neredeyse haftada bir yenilemek zorunda kaldığı pencere camlarının bazılarını şangır şungur birer ikişer aşağı indirmeye başladıysa bilirdik ki bu henüz onun girizgâhıydı. Deli meli değildi.  Bir hırka iki lokma gezen velilerden de değildi fakat aklını kurcalayan bazı meselelerin bizi düşündürtmeyi bir yana bırakın gıdıklamadığını düşünürsek hani ipe sapa gelmez şeylere kafayı yakıyor demesek de onun zihnini kurcalayan şeylerin bir ehemmiyeti olmadığını umar ve durumu sıradan karşılardık. Yahut o bizi kendi hallerine öylesine aşina kılmıştı ki biz onun evhamsız hallerini gerçek üstü bulur ve bu kadında bugün bir hâl var derdik. Akranlarıyla, bilhassa canım cicim dediği yakınlarıyla anlaşamadığı doğrudur. Evinde üç oda olsa da ikisi boş durur, o tek odada da şuncağızcık bir kanepede büküle büküle oturur, kalkar; yatar, uyur ve her sabah olduğu gibi aynı soruyu sorardı, “Bu defa uyanan gerçekten ben miyim?” Bu sorunun peşi sıra sürüklenen zihnini çoğu defa derin kuyulardan su çeker gibi çeken komşuları onun onulmaz yaralarla sarılı fikirlerine maruz kalır ve birçoğu da akşamı zor ederdi. Evinin üç odası vardı. Aklının odalarını saymayı ise henüz bitirmemişti. Belki de hiç bitmeyecek kadar çoktu. Ya da sayısal zekâsı kıttı ve bir sayıdan sonra işi karıştırıyordu. Sayısal zekâ demişken Zümrüt, aklının kaç odası olduğunu sayarken hiç o odalardan birine girmek istemiş miydi? Bir defasında topuklu ayakkabıları kırılmış, İskarpinci Hayri’ye yolu düşmüştü. Ona içinde olup bitenler hakkında bazı tuhaf hikâyeler anlatmıştı. Hayri de hafif heyheyli bir adam, işittiklerinden sonra üç beş gün dükkânı açmayınca eşraf haliyle endişe duymuştu. Çünkü Zümrüt kime içine dökse onun hikâyelerine kulak kabartanların halleri değişiyordu. Belki evhamlarından bazılarını ödünç veriyor, belki de karşıdakini akıl odalarının karanlık, izbe yerlerinde kaybedip çekip gidiyordu. Anahtarı olmayan odaların aşılabilmesi ve tekrar gün yüzünün görülebilmesi bilincin ne ölçüde kontrol altına alınabilmesinde yatıyor da olabilir. Zümrüt sanki elinde bir değnek, anlattığı hikâyelerle insanları rutinlerinden uzaklaştıran bir canavara dönüşüyordu. Oturduğu mahalledeki çocuklar ise tıpkı kediler gibi Zümrüt’ten hiç zarar ziyan görmemiş, aksine onun anlattığı hikâyeleri pür dikkat dinleyip olağan halleriyle yaşamaya devam ederdi. Aksi olsa onu burada daha fazla barındırmazlardı. Babalara, annelere bir şeyler olsundu, mühim değil, çocuklar dokunulmaz olmalıydı. Böyle düşünmüş olmalılar ki Zümrüt’ü sahipleniyorlardı da.

Bir akşam vakti yine bir hengâmeydi koptu. Sokağın teee diğer ucundan duydu kimisi. Fakat bu diğer seslerden, o Zümrüt’ün kanıksanmış gürültülerinden farklıydı. Mahalleli Zümrüt’ün evi önünde toplaşmış kuşkuyla camları izliyordu. Camlara ateş yalazları vuruyor fakat ne var ki evdeki ateş sanki içerde hapsolmuş gibi dışarıya çıkmıyordu. Herkesin aklında tek bir soru dolaşıyordu. Zümrüt evde miydi, evdeyse nasıl kurtaracaktılar bu kadar alevin, yalazın arasından? Çok geçmedi Zümrüt eli yüzü kara, öksüre tıksıra kapıdan çıktı ve komşularının manasız bakışları arasından öylece geçerek karşı kaldırama oturdu. Bir şeyler sayıklıyordu. Dilinde hep aynı şey, “aklımın odaları, aklımın odaları…. Yaktım onları, yaktım onları….” İskarpinci Hayri’den başkası da onun ne demek istediğini anlayacak değildi.  Ne var ki Hayri’de de onu anlatacak lügat yoktu. Yangın güç bela söndürülse de Zümrüt’ün akıl odalarında hapsolmuş gerçekliğini yakmak istemesindeki dürtü o günden sonra belki de diğerleri için de geçerli olacaktı…

Mehmet Erikli

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Yakut ben , 30/10/2020

    Aklının odalarını saymayı ise henüz bitirmemişti deniyor, belki de yarıya geldiğinde hep, yeniden başlamayı seçti. Eksik buldu kendi saydığını ya da bitirmek istemedi. Saymayı bitirdiğinde derin bir boşluk oluşabilirdi zihninde, belki zaman geçtikçe sayılar önemini yitirdi sonra yeniden başladı. Zamanının çoğunu bu sayma işine ayırmış olabilirdi. Sonra yaktın herşeyi Zümrüt, aklının odalarını ateşe teslim ettin, mumdan kayığın da vardı belki. Ateş denizinden geçtin mi Zümrüt? Aklının odalarını bu ateşle mi aydınlatmak istedin? Anahtar yoktu, sende duvarları yaktın gibi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir