

Sonra beklemek fiilinin çekimleri geldi aklına. Bekliyorum, bekliyorsun, bekliyor, bekliyoruz, bekliyorsunuz, bekliyorlar… Fiil çekmek kolaydı ama insanı çekmek, yükünü sırtlanmak hiç de kolay değildi. Hicran vadisinde kuru bir ot olmanın nasıl olabileceğini tahayyül ederken bütün insanların uyuduğunda iyi olduğunu, kötülük yapamadığını fark etti. Madem öyle tüm insanları uyutmanın bir yolunu bulmalıydı. İnsana karşı insanı savunuyordu. Halka rağmen demokrasi, diye bir şeyler mırıldanıp kendine güldü.
İnsana dair yeni bir tanım yapası geldi: İnsan bir düş tüketicisidir. İnsan bir düş katili… Tanım hem hoşuma gitmiş hem de doğru bir tanım olmasının acısını hissetmişti. Aynı anda zıt duyguları yaşamak buydu belki de. Celal ve cemal…
Kendine geldiğinde kitapçıdaki bir koltuğa çökmüş olduğunu fark etti ve elinde yazarını tanımadığı bir kitap vardı. Açık sayfanın ilk paragrafında ise şu cümle: “İmâret viranlıktadır ve cem’iyyet dağınıklıktadır ve sağlamlık kırıklıktadır ve murâd murâtsızlıktadır ve varlık yokluktadır.” Talep etmekten vazgeçmesi gerektiğini, talepsizlik çölünde bir çadır kurmasının elzem olduğunu, toparlanmak için iyice dağılması gerektiğini anladı. Ama bunların hepsi çok zordu. İnsan nasıl talep etmekten vazgeçebilirdi ki! Ayrıca talepsizliği talep etmek de bir talep değil miydi? İnsanın her bakışı bir talepti sonuçta. Kafası karışmış ve karşısına yine zıtlıkların birliği çıkmıştı. Sağlamlık nasıl kırıklığın içinde olabilirdi? Soğuk ve sıcağın aynı zaman ve mekânda birleştiği görülmüş şey değildi. O halde sözün üzerinde daha dikkatli bir şekilde durmalı ve satır aralarında gizli manayı yakalamaya çalışmalıydı. En azından bunu anladığı için sevindi. Belki kırıklık ya da sağlamlığı, kendinden (ben’inden) çıkarak düşünmeli ve bu ikisini “kendinde şey” olarak görmeliydi. Böylece öznel yargılarından kurtulabilir ve eşyayı olduğu haliyle görebilirdi. Görebilir miydi? Emin de değildi! Sağlamlık ve kırıklık öznel olabilir miydi? Yani insandan insana değişen! Sonuçta nesnelere değer veren insanın kendisiydi. Bir nesne biri için son derece sevimli iken bir başkası için sevimsiz olabiliyordu. Sanki çözüme doğru bir adım daha attığını hissetti. Evet öznellikten kurtulmalı ve kavramları özünde nasılsa öyle kavramalıydı. Ama bunu nasıl yapacaktı? İnsanın kendinden çıkması ya da kendi ile arasına mesafe koyması gibi konular tasavvuf ve felsefe kitaplarında geçmiyor değildi ama bunu başarmak son derece zordu.
Toplanmanın nasıl dağınıklık içinde saklı olabileceğini düşündü sonra. Yine zıtlıklar söz konusuydu. Öyle bir dağınıklık düşünmeliydi ki içinde toplanma olmalıydı. Anlaşılan bir çıkış yolu bulamayacaktı. Elindeki kitaba daha dikkatli bakmaya başladı. Beş yüze yakın sayfadan oluşan bir kitaptı bu. Sayfalar çokluğa denk geliyordu ama bir kapak altında birleşince kitap ismini alıyordu. Hem çokluk, hem de birliği elinde tutuyordu. Bu problemi hangi bahadır çözebilirdi? Bahadır kelimesini neden kullandığı düşündü bir an. Hâlbuki bu isimde birini tanımıyordu. Hafızası ona oyun mu oynuyordu yoksa! Biraz düşündü ve kendinden emin bir şekilde bu isimde birini tanımadığına kanaat getirdi. İnsan, en çok da unutkanlıktı.
Okuduğu cümlenin sonunu düşündü: “…varlık yokluktadır.” Var olmak için yok olmak, varlığın farkına varabilmek için öncelikle yokluğa erişmek gerekiyordu. Yavaş yavaş erimeli ve bir hiç olmalı idi. Sonrası Allah kerim… Erimek istiyorsa öncelikle kalbini saran kibir, gazap, şehvet ve benzeri kötü hasletlerden soyunmalı ve insanları sıfatlarından bağımsız bir şekilde görür hale gelmeliydi. Anlaşılan yol uzundu.
Sonra yerinden kalktı, önünde açılan umuda bir uğultu, dört yol ağzı ve uçurum dibi bıraktı. Dileyen “ihtimal” çukurunda, dileyen “vaat” gölünde kendini oyalayabilirdi. Sonuçta insan, solmuş bir mektuptan ötesi değildi.
Sulhi Ceylan
3 Yorum