* Kendini terk etmeye başkalarından başlıyorsun. Bir dizi devrim senaryosunun içinde dağılıp-birleşen hep başka.
Haftanın tek günleri Ay’a çıkıyorum bu yüzden.
Diğer gezegenlerden gelen çilekeş yoldaşlarımla devrimin imkânları üzerine sohbetler tertip ediyoruz. Cümlenin birinde bir kelime geçiyor, telaffuzu gayet zor; üç farklı gezegenin üç farklı semtinde üç farklı anlama birden tekabül ediyor. Sonunda anlıyorum ki; devrimi mümkün kılan tek şey dilin imkânları. Artık dilimize güvenmiyorum. Demir perdelerin kazıklarını çakan yoldaşlar canhıraş çalışıyorlar. Canlarım! Müptezeller, ölümlüler, kolpacılar!
Dünyaya -uyduğundan- Ay’ı da terk ediyorum.
* Yanlış hatırlamıyorsam Marcell Proust şöyle demiş: ‘’Hayat bizi o kadar hayal kırıklığına uğratır ki, sonunda edebiyatın hayatla hiç alakası olmadığına hükmederiz ve kitapların bize sunduğu değerli fikirlerin, yıpranma korkusu taşımadan, karşılık beklemeden, doğallıkla kendilerini gündelik hayatın ortasında sergilediklerini, örneğin Rusya’da bir akşam yemeğinin, bir cinayetin Rus özellikleri taşıdığını görünce şaşırıp kalırız.’’
Pasajı nerden gördüysem artık, masanın üzerine hızlıca karalayıvermişim. Eğer oysa, Proust’a, bir türlü kardeş olamayan halklar adına teşekkürlerimi sunuyorum.
* Tamamlanmak yok. Yarım kalmak ve çok sigara içmek var. Gökdelenlerin yukarı izafe edilmesiyle göğün yukarıda olduğunu zannetmek var. Hâlbuki gökdelenler inşâ edilmezden evvel arş zaten oradaydı. Gökdelenlerin zaten bir delikten ibaret olan göğü delik deşik ettiğini vehmeden matkap tabiatlı müteahhitler -bir takım taşlara- uluhiyyet atfederek, mabed bekçilerinin varlık alanını yadsımak istediler. Olan-biten bu.
– Vurdum, öldürdüm, taş benim.
Anlamak yok. Anlam atfetmek ve çok üşümek var. Bir nehrin bir şehri ikiye ayırdığını zannetmek var. Hâlbuki şehirler inşa edilmeden evvel nehir zaten oradaydı. Nehirlerin şehirleri ikiye ayırdığını vehmeden beton tabiatlı emir sahipleri, köprülere birleştiricilik vasfını yükleyerek nehrin varlık alanını yadsımak istediler. Olan-biten bu.
– Kurdum, bıraktım, düş benim.
* 30 sene olacak, yaşamayı beceremediğim gibi uyumayı da beceremiyorum. Yani bir bakıma ölmeyi… Kaldı ki, ölmeyi beceremeyen biri yaşamayı nasıl becersin? En azından hayatta kalabilmek adına, en baştan uyumaya karar vermem gerekiyor. Çoğu zaman bunu da beceremiyorum. Naçar, bir dizi ölüm senaryosuyla hayatın sürdürülebilirliğini sağlamaya çalışıyorum.
Uykuya dalabilmek adına geliştirdiğim en yaygın ölüm senaryolarından biri şu: yakın tarihe damgasını vurmuş diktatörlere uzun menzilli tüfeklerle suikast düzenlemek. Adolf Hitler, Josef Stalin, Mao Zedong… Ekseriyetle Adolf Hitler.
Benim için bazı geceler 1945 sonbaharında Auschwitz toplama kampında başlıyor. Esirlerin arasından sıyrılarak, aylardır kampta sakladığım hançerimle üst rütbeli SS subaylarından birini gözümü kırpmadan boğazlıyorum. Diğer subayların aksine ela gözlü olan maktulün uzun menzilli bir tüfeği oluyor. Arkadaşlarımın da yardımıyla cesedi ambar olarak kullandığımız ahırdan bozma metruk binaya kadar sürüklüyor ve arka kapının eşiğinde ki su kuyusuna yuvarlıyoruz. Uzun menzilli tüfeğimi kaptığım gibi ormanın içine doğru koşmaya başlıyorum. Önümü kesmeye yeltenen üç rütbeli subayı da oracıkta öldürüyorum ve yoluma devam ediyorum. Yaklaşık bir saat ara vermeden var gücümle koşuyorum. Arkamdan gelen köpek ve silah sesleri dişi bir kurdun uğultusuna karışıyor ve ormanın içerisinde yapayalnız kalıveriyorum. Hiç usanmadan koşmaya devam ediyorum. Ormanda geçen on günlük zorlu yaşam mücadelesinden sonra, artık nasılsa Hitler’in karargâhına yakın bir tepeye kadar varıyorum. Uzun tetkikler sonunda odasının penceresini açıkça görebildiğim bir mevziiye konuşlanıyorum. Sonra saatlerce beklediğimi hayal ediyorum. Buraya kadar özetlediğim kısım ortalama yirmi-yirmi beş dakikamı alıyor. Sonra epey yoruluyorum ve Hitler’i öldüremeden uyuya kalıyorum.
Bazen, hiç beklenmedik bir şekilde yakalanıyorum ve kurşuna diziliyorum. İşte, o zaman da henüz kendi ölümümü görmeden uykuya dalıveriyorum.
Ezkaza suikast planım işe yararsa şerefsizi alnının tam ortasından vuruyorum. Hitler’i öldürebildiğim zamanlar öylesine seviniyorum ki anlatamam! İşte o vakit de sevinçten uyuyamıyorum. Zaten, ortalama bir suikast senaryosuna göre bir başkasının ölümünü seyredebilmiş olmam demek, en azından yarım saatin geçmiş olması demek oluyor ki, bu da son yarım saattir hayatta olduğumu gösteriyor. Bu noktada şöyle diyorum kendime: Hitler öldü, ikinci dünya savaşı sona erdi. Sen ve bu toprakların çocukları nihayet zulümden kurtuldunuz. Peki ya Stalin?
Genelde ikinci ölüm senaryomu hayata geçirmeye çalışırken hayatla bağlantım tamamen kopuyor ve başkalarının eliyle kendi ölümümü gerçekleştirdiğim sırada uyuya kalıyorum.
Müellifini hatırlamadığım ve alelusul kenara bir yere yazıverdiğim şu metin yaşamayı beceremeyenler adına ölümlülere güven telkin ediyor: “Kendi ölümümle beni en çok uzlaştıran şey bir düşünce, senin ve benim kemiklerimin birlikte gömülüp dağıldığı, çırılçıplak kaldığı bir yer düşüncesi. Kemiklerimizin ortalığa saçılmış darmadağın yattıkları bir yer. Kaburga kemiklerinden biri kafatasıma dayalı. Sol el kemiklerimden biri kalça kemiğinin içine girmiş. (Kırık kaburga kemiklerimin üstünde göğsün bir çiçek gibi!) Ayak kemiklerimiz, yüzlercesi darmadağın. İç içeliğimizi böyle imgeleyişimin, yalnızca kalsiyum fosfattan oluşsa da, huzur verici olması garip. Ama öyle. Seninle olduktan sonra, kalsiyum fosfat bile olmanın yeteceği bir yer düşünüyorum.”
Bekli de ölümlüleri hayata karşı dirençli kılan tek şey; uykunun kendisiyken, uykusuzları hayata karşı dirençli kılan tek şey; ölümün hayali…
* Pek bilinmedik bir yayınevinin bastığı ve muhteviyatını değerler eğitimlerinin oluşturduğu bir dizi masal kitabını karıştırıyorum. İşbu değerler üzerinden kurgulanan masalların tamamı; yalan söylememek ve gürültü yaparak insanları rahatsız etmemek gibi bir takım konu başlıklarından oluşuyor. Üçüncü ya da dördüncü sırada yer alan değerlerden birisi fazlasıyla dikkatimi çekiyor; ‘Hayalci Olmamak!’
Düşünsenize, çocukların hayal dünyası için yazılmış bir masal kitabını karıştırırken ‘Hayalci Olmamak’ telkiniyle karşılaşıyorum ve o sırada ‘Another Brick İn The Wall’ çalıyor.
Pink Floyd, yayınevleri ve dünya; garip mahlûklar.
* Saat 22.37. Çukur kahvedeyim. Sait Faik iyi bir yazardı ama iyi bir adam değildi. Orhan Veli de öyle… Bu saatten sonra kahve edebiyatını bön ve gereksiz buluyorum. Saat 22.51. Çukur kahvedeyim. Hava bıçak gibi. Hepi topu üç kişi kaldık. Kahveci gözümüze bakıyor. Cebimde 17 lira 75 kuruşum kaldı. Saat 22.55. Çukur kahvedeyim. Sonunda bir tını yakaladım. Sesi de pekâlâ güzel, hızlanıyorum. Saat 22.56. Çukur kahvedeyim. Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor*: Hüseyin Kıran. Metnin kenarındaki afili tırnaktan anlayacağınız üzere SEL* basmış. Bir takım latifeler… Alegorik, cins, sağlam metin. Çok fazla devrik cümle var. Sırf bu yüzden sevmek zorunda olduğumu hissediyorum. Saat 22.57. Çukur kahvedeydim. An itibariyle Raşit’in mutlu olma ihtimali var. Çok üzülüyorum. Aydoğan’ın çaresizliğini Raşit’in mutlu olma ihtimaline tercih ederim. Bence Sulhi tüm bunların üzerinde. Aramızda kendini en iyi aldatan o çünkü. Merak ediyorum, “etini kemiren ilk kurda” hangi türküyü söyleyecek? Saat 23.00. Çukur kahvedeyim. Şeytana soldan yaklaşan erkekler için, kendi güzelliğinin farkında olan her kadın potansiyel bir hidrojen bombasıdır. İşte, ayaklarım sırılsıklam. Alzheimer teşhisi konmuş beyaz saçlı bir adamın ortopedik ayakkabılarını giyiyorum. Saat 23.05. Çukur kahvedeyim. Tornavida lakaplı bir çocuk var. Gülümsediği zaman ceketiyle beraber gülümsüyor. Sanki bakırdan yaratılmış. Yaz-boz kâğıdının sonuna geliyorum. Saat 23.07. Çukur kahvedeyim. Yaş ortalaması 55. Resmen kanım çekiliyor. Sanki topyekûn gün sayıyoruz. Sadece iyi bir insan olmaya çalışıyorum. Saat 23.17. Çukur kahvedeyim. Kitaplar olmasaydı çıldırırdım. Bir çay daha yuvarlıyorum, bu önermeye göre cebimde 17 lira kalacak. Kimseye mecbur değilim. İsimlerini çoktan unuttum. Saat 23.19. Çukur kahvedeyim. Çok zengin bir adam olsaydım hayatta şiir okumazdım. Zarifoğlu iyi bir adamdı. Şiirlerini anlamıyorum. Saat 23.45. Çukur kahveden çıktım. Eve gidiyorum. Biraz mutlu olsaydım hiç birinizi tanımazdım. Edebiyatı, şiiri, sanatı… Topunuzu teselli bulmak için kullanıyorum.
Saat 23.59. Bekli de hiç evden çıkmadım. Uykuya yatmak ölüme yatmak. Bu eşitsizliğe göre hâlâ hayattayım.
* Alternatifi olmayanlara…
En derin saygılarımla.
Bahadır Dadak
4 Yorum