Feyyaz Kandemir, Jonathan’ın okurlarından saklanan yüzünü yazdı…
***
Jonathan, sözü dolandırmadan en başta şunu söylemek istiyorum ki, seni hiç ama hiç sevmedim. Beni, sana hayran olan kişilerle karıştırma. Kendini keşfetmek ve özgürlüğe kavuşmak adına gösterdiğin gayret birçok insanın gözünü boyadı. Öğretmenler, öğrenciler, ceolar, kişisel gelişimciler, hayatın anlamını bulduğunu sanan yaşam koçları ve özgürlüğe esir olmuş kişiler senin makul bir roman karakteri olduğunu sandı. Aslında telkin ettiklerin fena şeyler değildi: azim, irade, sabır, kararlılık… İnsanlar da buna aldandı zaten. Fakat şunu sormayı akıl edemediler: Bütün bunlar niçindi?
Niçindi, Jonathan ha, niçin? “Kendini bulman için” olduğu yazıyor kitapta. Oysa bu bana hiç inandırıcı gelmiyor. Kişi kendini içindeki derinlikte “arar”, yükseklerin enginliğinde değil. Kaybetmeden kendini arayamazsın. Sen kendi içinde kaybolmaya bile cesaret edemedin! Kaldı ki bulmaktan dem vuruyorsun.
Bu kadarla kalsaydın mazur görürdüm seni. Fakat ekmeğinin peşindeki martıları küçümsedin. Kendini onlardan mücerret kıldın. Anne ve babanın sözünü dinlememen de caba! “Ben” dedin hep, ne yapacaksam “ben” yapacağım dedin. Biliyor musun Jon, o küçümsediğin martılar rızkının sarhoşu oldular, sen ise kibrinin sarhoşu oldun! Hangisi daha büyük bir felaket? Evet, kişi kendinden geçmeden, ayıkamaz. Küçümsediğin martılar en azından rızıkları için kendinden geçmişlerdi, bu sebeple kendilerine gelebilme ihtimalleri var. Peki kibrinin, yani kendinin sarhoşu olan, nasıl gelebilir kendine, söyle, nasıl?
Bu serkeş halinden endişe duyan “martı meclisi” tedbir maksadıyla hakkında bir hüküm verdi. Cezanı çekmek için uzaklara gönderildin. Ne yalan söyleyeyim, bir umut belki aklını başına alırsın dedim ama nafile. İhtiraslarına hapsolduğun halde, özgürlüğe doğru yol aldığın vehmine kapıldın. Kişi gitmeden kendine gelemez. Ah, zavallı Jonathan! Sen gitmedin, ıssız ve kimsesiz kayalıklara sürüldün.
İki tane martı geldi sonra. Aldılar seni, güya yücelere götürdüler. Vardığın yeri cennet sandın. Chiang isimli bir melun u melanet “Hayır evlat” dedi, “cennet öğrenmek ve mükemmelliktir, o bir zaman ve mekân dilimi değildir. Zaman ve mekân kavramları anlamsızdır” Bu fikirlerin cazibesine kapıldın hemen. İhtiyar Chiang’ın uçuşunu gördükten sonra büyülendin. Onun gibi uçmayı deneyip başaramadıktan sonra yanına gelip sana “İnancı unut, uçmak için inanca ihtiyacın yok” dedi. “Geçmişe ve geleceğe” uçabileceğini söyledi. Sen ne yaptın peki? O ihtiyar şeytana inandın! Tam bir umutsuz vakıasın Jon! Chiang senin şeytanındı ve sadece kibrini katmerleştiriyordu. Akabinde defolup gitmesinden bunu anlamalıydın. Onun “sevgi”nin arkasına saklanarak telkin ettiği her şey kalbine zerk edilen bir zehirdi.
Cennet sandığın yerde uçmayı çok iyi bilen kuşlar vardı. Sense geldiğin dünyayı düşünüyordun. Çünkü oradaki kuşlar uçmak konusunda bir hayli kötüydüler. Onların arasında bir “tanrıcık” olabilirdin. Evet, öğretmen olmak için doğduğuna inanmıştın ve bu iblisle kaderinizi birleşiyordu aslında. Nihayet daha fazla dayanamayarak döndün.
Yolda sürüsünden kovulmuş olan, en az senin kadar muhteris bir martıyla, Fletcher’la karşılaştın. “Uçmayı çok iyi bir şekilde öğrenmek ister misin?” diye sordun ona. “Çok isterim” dedi. Fakat sürüsüne çok kızgındı. Onlardan intikam almak istiyordu. Bu ise senin işine gelmedi. Öyle ya sen bütün kuşlar arasında namını duyurmak ve efsane olmak istiyordun. “Martı Fletcher, süründeki martıları affedip bu işi iyice öğrendikten sonra geri dönmek ve onların öğrenmelerine yardımcı olmak için de uçmayı ister misin?” dedin. Fletcher senden bir hayli etkilenmişti, kabul etti teklifini.
Bir zaman sonra altı martı daha katıldı aranıza. Onlara da birkaç numara öğrettikten sonra asıl niyetini belli ettin. Hepsini alıp yıllar önce kovulduğun sürüye götürdün. Vardığınızda, sürüyü etkilemek için tam bir gösteriş budalası gibi davrandınız. Akrobatik hareketlerle kuşların ilgisini çekmeye çalıştınız. Fakat senin beklediğin etki uyanmamıştı. Sürüdeki “martı meclisi” akıllılık ederek hemen önlem aldı. Birkaç gün size yapılan boykota direndiniz. Bu süre zarfında büyük bir fitne çıkarmayı başaramadın. Sadece bir martı acizlik içinde gelerek tilmizin olmak istedi. Kendine güvenmeyen bu aptal martıyı ikna etmek için oracıkta “Yüce Martı Yasası”nı uydurdun!
Kısa bir zaman sonra uçmaktaki kabiliyetine aldanan bazı gafiller “Yüce Martı’nın oğlu” olduğunu söylemeye başladılar. Sen ya Yüce Martı’nın oğlu olabilirdin yahut zamanının bin yıl ilerisinde bir martı. Ah, içten içe nasıl da hoşuna gitmiştir bu söylentiler. Ama hiç çaktırmıyordun. Yine sevgiden, özgürlükten bahsedip güya bu dedikoduları reddettin.
En başarılı taleben olan Fletcher kayalıklara çarparak bir kaza geçirdi. Nasıl olduysa artık “düşünce gücüyle” uçarak onu kurtarıverdin. Ve bu sefer sürü senin bir şeytan olduğuna (ne kadar doğru!) kanaat getirdi. Seni ve tilmizlerini yok etmeye karar verdiklerini fark edince hemen kaçtın. Samimiyetsizliğin tescillenmiş oldu.
Sonra Fletcher’ı halefin tayin edip gittin. Chiang’ın yaptığı gibi! Giderken “beni tanrılaştırmalarına izin verme” dedin ama benden buna inanmamı bekleme! “Sadece uçmayı çok seven bir martı” olduğuna asla inanmıyorum. Öğrencilerinin yanında daha fazla kalsaydın sıradanlaşacaktın. Uzaklaşmak ise efsaneleşmeni sağlayacaktı. Ki öyle de oldu. Fletcher, seni “Yüce Martı Yasası”nın mucidi olarak anlatmaya başlamıştı bile. Fakat tuhaftır, sen gittikten sonra arkandan bazı imalı laflar etti. Yakında Fletcher’ın da kendi “Yüce Martı Yasası”nı kurduğunu duyarsan şaşırma.
Mutlu musun Jonathan? Hikâyeni okuyanların çoğu senin gerçek bir kahraman olduğunu zannediyor. Bense tam tersini düşünüyorum. Eğer sadece “Hüdhüdlük” taslamış olsaydın omuz silker geçer ve sana hiç sataşmazdım. Amma velakin sen “Simurgluk” davası güttün. Satır aralarında nemrudî meşrebini fark ettiğim anda bunu yazmak mecburiyetinde olduğumu hissettim. Umarım bu yazıyı okuyanlar senin nasıl bir şeytan olduğunu anlarlar.
Feyyaz Kandemir
3 Yorum