* İnsanın en muteber kendini kandırma yöntemlerden biri kendi gerçekliğini görmezden gelmesi, yani körlüktür. Medeniyet, sanat ve düşünce tarihimize baktığımızda, en ağır metalden milyon kat daha ağır olan gerçekliği, şuara takımı ve ediplerin imajinasyon kılıflı yalanla bükmeyi tercih ettiklerini görürüz. Çünkü edebiyat muğlak, ağrısız ve acısızdır. Kelamcı ve felsefeciler ise yeterli olduğu zehabına kapıldıkları burhanî bilgi ve nazariyatla, ham softalar ilimsiz müşahedeyle, batınî fırka imametle ve toplumsal inanç kültleriyle gerçekliği bükmeyi tercih etmişler. Geriye suyunun suyu kalan avam tabaka da bu zevattan arta kalan çorbaya, arpa ekmeğini bana bana, gerçekliği bükebildikleri kadar bükmüşler.
Kabaca bir tasnif yapmak gerekirse, hayatı yaşanabilir kılmak adına gerçekliğin karşısına muhayyileyi koyabiliriz. Muhayyile, nefsin idrak güçlerinden biridir. Düşünceye giden yol bir şeyin tahayyülü ile gerçekleşir. O halde tahayyüle şahsi anlam dünyamız, evrensel uzayımız da diyebiliriz. Bu bakımdan biz ölümlüler için, anlamsızlaşan hayatın yegâne te’vili muhayyiledir.
Körlük meselesine gelelim…
İnternet kablolarını kesip birleştirerek evlere ve kurumlara akım sağlama işiyle uğraşan bir elektronik teknisyenini hayal edin. Bu adam yıllarca teknik eğitim görmüş, alanında en az ön lisans düzeyinde ihtisas görmüş ortalama zekâda biri olsun. Diploma almasına ramak kala gittiği bir staj sahasında birden bire renk körü olduğunu öğrensin. Bu adamın yaşadığı buhranı bir düşünün. Daha kırmızıyla yeşili birbirinden ayıramayan beynin bilmem kaçıncı lobu, yarın öbür gün envai çeşit renkte kabloyu kesip birleştirebilir mi? Hadi birleştirdi diyelim, ayne’l-yakîn ilmi olmadan devreleri birbirine bağlayıp işini yapabilir, evine ekmek götürebilir mi? El cevap, hayır. Öyleyse bu adam ne yapar? Korkunç bir yöntem geliştirerek hayatı yaşanabilir kılmaya cüret eder. Şöyle ki; akım sağlayan kablo mahfillerine beynin zan tarikiyle gördüğü muhtelif renkleri ilme’l-yakîn bilgiyle kodlar. Kodladığı renk kartlarını da aslî mahfillerine sapasağlam oturtur.
Yani kısa devreyi göze alarak yüzlerce kabloyu girip çıktıkları yerler itibariyle ezberler. Bir bakıma -bilinçli bir şekilde- hayatı ezbere yaşar. Belki inanmayacaksınız ama bu adam benim bir arkadaşım…
Kendini kandırmaya yeni başlayanlara dipnot; toplumda yer edinebilmeniz için gözlerinizin en azından on derece hipermetrop olması ve ezber kabiliyetinizin kuvvetli olması en önemli şarttır. Bilahare, gerçeği yalınkılıç anlatarak ve ona ait hakikatlere vasıl olduğunuzu iddia ederek toplumu kandıramazsınız.
İşarî yol, en güvenli yoldur.
En nihayet toplum, burnunun ucunu göremeyen körlerin ve kendini ustaca kandıranların otağıdır.
* Kişinin kendini kandırması, kanma fiilinden mülhem, evvelemirde bir şeyi bilmeyi icbar eder. Oysa kişinin bilmediğini inkâr etmesi imkânsızdır. Esasen insan, anlamadığını inkâr eder. Yakînin sıhhati biz mutlu organizmalar cemaati için burhan teşkil etmez, bizler serapa zan cumhuriyetinin bağrı yanık devrimcileriyiz.
* Saldırı yöntemi de serbest piyasada işlem gören en makul kâğıtlardan biridir. Yüksek basınç altında ısıl işlem gören kaval kemiğinin monopol piyasaları hunharca dejenere etmesinden dolayı, ekseriyetle kadınlarda gözlenir. Saldırı atak yapısı itibariyle bir çeşit savunmadır. Lâkin konunun muhtevasından, eleştirilen düşüncenin bağlamından çıktığı andan itibaren suçluluk duygusun en mücessem sureti haline gelir. Diğer bir ifade ile saldırı; suçun itirafı ve aynı zamanda inkârıdır. İşte kandırmaca burada neşvünema bulur. Çünkü rakibimizi gafil avladığınız yer, muhatabımızın geriye dönük hatalarının, zaaflarının, kavganın ateşiyle ifade biçiminin yetersizleştiği ve üslup sorunu haline gelerek yeni bir koz haline evrildiği yerdir. Saldıran bunu içten içe bilir. Oysa savunma bir tezin meşruiyetine karşı üretilen anti-tezdir.
İlk taşı günahsız olanın atması gerekmez miydi?
* Rapido marka mürekkep yalamış dünya vatandaşlarının kullandıkları kendini kandırma yöntemlerinden en meşhuru rölativitedir. Yani görelilik… Ameliyenin meşakkatinden kurtulmak adına insanlık tarihine atılan imajinatif bir çentik…
Kısacası, belirsizlik…
Fenni ilimler söz konusu olduğunda izafiyet teorisi, aklî ve metafizik ilimler söz konusu olduğunda felsefi rölativite urbası giydirilen bu dekoratif nesne, esasen varlığın taayyün sorununu ilgilendiren lokal bir konudur. Aynı ABD’nin demokrasi ve özgürlük anlayışının sonucunda milyonlarca insanın katledilmesinin lokal bir konu olması gibi, aynı Birleşmiş Milletler Adalet Divanının Avrupa kıta sahanlığı dışında yer alan tüm devletlere eşit haklar tanıyan uluslararası lokal bir hukuk kurumu olması gibi, aynı NATO’nun sabah kahvaltıda G-3 mermisi yiyen Ukraynalı sivillere nanik yapan lokal bir barış örgütü olması gibi, aynı Çin’de kaçırılarak organları çalınan masum yavruların asit kuyularına atılmasının lokal bir haber manşeti olması gibi, aynı ali kıran baş kesen haramzade hükümdarın karşısında dut yemiş bülbüle dönen yardakçıların lokal bir ümmet olması gibi, aynı amele ruhsatla yapışıp ilhamı azimetle alan seyr-i sülûk cemiyetinin lokal bir tarikat olması gibi…
* Neredeyse tüm rivayetler, ölümü ne denli arzularsak arzulayalım, ona ne kadar hazırlık yaparsak yapalım, yaşamaya olan alışkanlığımızdan dolayı -önden gönderdiğimiz sermaye ve kemâlat oranında- azalmak suretiyle, ruhumuzu teslim ederken çok acı çekeceğimizi haber veriyor.
Bizler sonsuza kadar yaşamak isteyen ölümlüleriz.
Bizler acıdan kaçmak ve kök salmak adına toprağı tırnaklarıyla kavrayan karaağaçların serapa uzayan gövdeleri, kurumaya ramak kalmış çalıları, dallarından sinsice uzayan dikenleri, kabukların ruhsuz ve biçimsiz budaklarıyız. Yaşamak adına tabiat kurallarını çiğnemekten, sonra ona nizamı âlem demekten, hemen dibimizde filizlenen çiçeklerin güneşini iç etmekten, mantarları zehirlemekten, yaptığımız iyiliği, ettiğimiz gölgeyi başına kaktığımız cümle haşeratın kanını akıtırken gülümsemekten bir an olsun imtina etmeyiz.
Uzun emel, en kadim, en temel kandırma tekniklerinden biri olmakla beraber sanılanın aksine eczası ölümde değil, bizatihi yaşamda saklıdır.
* Harfler, semboller ve sesler, insan ruhunu sağaltır. Edebiyat, ideoloji ve inanç, ayaklarımızı yere sapasağlam basmamıza yararlar. Lâkin insan, çoğunlukla ötekidir. Sayılan araçları ne idüğüne bakmadan, ihtiva ettikleri anlamı bir an olsun düşünmeden, kendi hakikat tedailerine karşı kendini korumak için kalkan edinir. Bilahare insan, ötekinin sesinde yankılanmaktan çarpık biçimde haz duyar. Çünkü bilir, kendi olmaya cüret ettiği an, ben aynasında izlediği diğerini katletmek üzerine vaciptir.
İnsanlık tarihinin en sinsi kandırma tekniğinden bahsediyorum, bir başkasının kimliğine bürünmekten. Hayatı meşru, ölümü cari kılan personadan…
Zaman akıyor. İnsan eti ağır… Bir nebze olsun somutlamaya çalışayım.
Ciğeri beş para etmez ortalama bir dünya vatandaşının yatırımcı adı altında Amerikan vatandaşlığını satın alma bedeli beş yüz bin dolardır!
* Malumunuz, “Kendini bilen Rabbini bilir.” Bilme işi salt bilginin teminini değil, ameliye yönüyle hayata tatbikini de içerir. Bu da bilginin husule erdiği, daha kapsayıcı bir tasnifle, neşet ettiği yerin duyular olduğunun kanıtıdır. Bilginin zıttı olan cehalet, yani “kandırma” fiili ise ilk bakışta bilgiyi yorumlama kabiliyetinin zayıflığı gibi görünse de; esasen bilgiyi inkârın sonucudur. Cenâb-ı Hak, “O halde Allah’a kaçın.” (Zâriyat, 50) buyurmakta… Bu zaviyeden, insanın kendini kandırma saikiyle nefsinden kaçması, esas itibariyle Allah’tan kaçmasıdır.
Hayatın seyrinde kaçış, zahirde, hakikatin ağırlığından bir kaçış olarak algılanır, oysa kişinin kendini kandırması; kaskatı bir rububiyet iddiasından başka ne olabilir?
* İnsan tekâmül eden, tekâmül etmeye istidadı olan bir varlık. Kemâlatın, yani olgunluğun zıttı ise zeval… Zevali merdivenin en alt basamağı, kemâlatı ise arzulanan en üst basamak olarak resmedersek, insanı da tekâmül merdivenlerini çıkan bir hakikat yolcusu olarak tasvir edebiliriz.
Kişi attığı her adımda, çıktığı her merdivende bir zannı, bir vehmi, bir alışkanlığı, bir eksik yorumu, bir putu geride bırakır. Sorun şu ki, yükseğe çıktıkça kemale yaklaşan ruh aşağıya doğru bakışını dizayn edecek imajinatif bir perspektife, yani basiretle bakan bir akla ihtiyaç duyar. Akıl ve kalp oyuncaklarını paylaşamayan, kabına sığmayan iki kardeştirler. Çıkılan katlar artar ve akıl kemâlata yanaşmazsa, yükselen duygu mevcut aklı baskılamaya başlar ve vücut ikliminin kimyası bozulur. Kristaller yanar, itidal kaybolur. Akıl çopurlaşır, yerini yadırgar ve nihayet kalp paramparça olur.
Genel itibariyle insanlar gayretleri nispetinde bir merdiven basamağına ulaştıklarında, yeryüzüne bakışlarını ruh durumlarına göre modifiye edemezler. Yani taklitten tahkike geçemezler. Te’vilin, ruhsatın, inkârın, ezcümle suçu dünyaya atmanın başladığı nokta tam da burasıdır.
Bu dünyaya ait olan kutsalı, öbür dünyada aramak ahmaklığın daniskasıdır!
* Kendini kandırmanın tarihi insanlığın tarihidir.
Evet senden ve tarihinden bahsediyorum. Aynı zamanda benden… Günler arkasına bakmadan koşmaya devam ettikçe, insan muhayyilesinin yepyeni kendini kandırma metotları icat edeceğinden kuşkum yok. Biraz tarih bilgisi, dediklerimi anlamak için kâfi.
Sözün özü, insan kanar, en çok da kendine…
Bahadır Dadak