Biz, kusur beyan edeceği cümleye bile enaniyet katarak başlayacak kadar kusur sahibi insanlarız. Dünyaya gelirken neden ağladığımızı henüz tam olarak idrak edebilmiş değiliz ve canımız yanıyor. Bitiş saatini kollayacak kadar sâfî ve hakîkî iman sahibi olamasak da gözlerimiz dalıp kalıyor, yol gözümüzü dağlıyor.
Bir yemini bozmamak için çekilen sancının üzerine bir kez daha yemin olsun ki; etimizi dağlama arzusuna zor karşı koyduğumuz zamanlar oldu. Acı çekmenin bulaşıcı bir hastalık olduğunu geç fark etmiştik ve çevremizdeki herkes çoktan cüzzama yakalanmıştı. Erken uyuyunca geceye, deliksiz uyuyunca acıya ihanet etmiş saydık kendimizi. Fakat gafletle yaşıyorduk işte. Demli çayımızı yudumlarken bir espri sonrası patlattığımız şuh kahkaha, siyah bir duman gibi yükseliyordu tepemizden. Ve böyle yaşamak canımızı sıkıyordu.
Söz şiirden açılınca göğsümüzü yırtarcasına “Ya ol; ya öl!” diye bağırabiliyorduk fakat olmanın da ölmenin de yollarında döşeli olan dikenler ayağımıza fazla geliyordu ve yolda kalmak acısı canımızı sıkıyordu.
Yazılarda yerden yere vurduğumuz büyük şehrin gürültüsü, keşmekeşi ve kalabalık, kuvvetli bir bağımlılık gibi hücrelerimize işlemişti, bunun farkındaydık. Ne kopabiliyor ne kabullenebiliyorduk.
Yalnızlık… Ne kadar da epik bir sözcük… Fırsat bulduğumuzda insanları yanımızdan kovduğumuz, kalabalıktan kaçıp tenhaya sığınmışlığımız da var, evet, fakat yalnız kalmaya tahammülümüzün olmadığını yalnızlığı en çok arzulayıp kendimize kaçtığımız zamanlarda gördük. İşte bu durum canımızı çok fena sıktı.
Dünyayı değiştirme hayalimiz olmadı hiçbir zaman. Fakat yok etme arzusunu da yitirmedik. Bizi en çok tatmin edecek eylem, dünyanın tam merkezine yerleştirilip onu her yönden eşit bir şekilde parçalayacak kadar kuvvetli bir bomba etkisiydi. Ancak böyle soğurdu yüreğimiz. Fakat ne bunun gerçekleşebileceğine tam inancımız oldu ne de sonuçlarına katlanabilecek cesaretimiz. Bu arzudan da elimizde dünyalar kadar büyük bir can sıkıntısı kaldı.
Aşk, adını duyduğumuz, varlığından haberdar olduğumuz, zaman zaman bir ürperti gibi tenimizde hissettiğimiz bir şeydi. Ne zaman adını koyamadığımız, şeklini tarif edemediğimiz bir sancı duysak adını aşk koymak istedik. Fakat gerçekte bir sarı öküzümüz bile yoktu. İşte buna da canımız sıkılıyordu.
Böyle böyle birikti can sıkıntılarımız. Kadıköy, her şeyin her şeyle harmanlandığı o büyülü yerde, kalabalık ortasında rengini kaybetmiş ruhlarımız gibi şenliğin ortasında sadeliğini korumuş bir iki yer bulduk sığınacak. Çaykolik’te ya da Yokuş’ta çayımızı yudumlarken kendimizi seyrettik Kadıköy sokaklarında. Biraz olsun dindi sıkıntılarımız. Fakat dünya halen yerinde duruyordu ve onu yok etme arzusu keyiften dişlerimizi gıcırdatıyordu.
Şimdi görüyoruz ki; dünyayı düzeltme hayali idealistlik, yok etme hayali Bohemyalılık olmuş. Bohemya; acıyı süzüp son damlasına kadar ruhuna zerk eden ve bu son damladan bile zihninin zifiri karanlık köşelerini aydınlatacak bir idrak ışıltısı çıkarmaya çalışan insanların kendi hallerinde yaşadığı yerin adıdır. Mekanik ideaların gıcırtılarından kurtulup Dostoyevski’yi yanıltan ve o uçurumdan atlayan adama şahit olursanız bir gün; sizi de Bohemya’ya bekleriz.
İbrahim Halil Aslan
1 Yorum