Geçtiğimiz hafta tüm ülkeyi sarsan bir cinayet işlendi. Mersin’de bir minibüs şoförü tarafından ‘canice öldürülen’ Özgecan Aslan olayı, bir anda kadına karşı şiddet ve özellikle kadın cinayetlerine toplumsal bir tepki doğmasına sebep oldu. Bu olayı diğerlerinden farklı kılan cinayetin işlenme şeklidir. Yoksa birazdan da göreceğimiz örneklerde olduğu gibi geçen hafta içerisinde iki kadın cinayeti daha işlenmiş olmasına rağmen Özgecan için gösterilen tepkinin onda biri dahi diğer cinayetler için gösterilmemiştir. Olayın bireysellikten toplumsallığa yaptığı hızlı geçişte elbette sosyal medyanın çok büyük etkisi oldu. Peşinden haber bültenleri, gazeteler, tartışma programları… Birbiri ardına tepkiler yükselmeye başladı. Yüzlerce insan bir araya gelerek ellerinde dövizler ve pankartlarla cinayeti protesto ettiler. Tam ilk kez bir olaya aynı tepkiyi veriyoruz derken yine çıbanbaşları türedi. Olayı kıyafetten rejime indirgeyenler bir tarafa dursun; dans ederek, akbil basmayarak ya da metroda –erkekler de dâhil olmak üzere- mini etek giyerek sözde protesto gösterileri yapıldı. Olsun, toplumun büyük kesimi en azından kesin çizgilerle ayrışmadan bir olaya tepki gösterdi.
Peki, toplumun bu yaklaşımının altında ne var dersiniz? Adalet? Merhamet? Yoksa baştan sona intikamla beslenmiş bir rahatlama duygusu mu? Gittikçe hızlanan haz alma duygusunun, hepimizi nasıl tatmin olmayı bir türlü beceremeyen varlıklara dönüştürdüğünün -ya da bazılarımız için dönüştürmeye çalıştığının- farkındayız. Bütün bu hızlı ve sonuçsuz arayışların getirisi olarak içimizde biriken öfkeyi gittikçe saldırganlaşarak dışa vuruyoruz. En küçük sorunlarda bile ‘diğerlerini’ suçluyor, böylece bir nebze olsun kendimizi rahatlatıyoruz. Böylesine ülkenin bütününde gündem olan durumlarda ise öfkemizi birleştiriyor ve bir yana yöneltiyoruz. Peki neden? Tabiî ki rahatlamak için! Toplumun kitlesel olaylardaki ilk ve tek amacı içindeki yangını söndürmektir. Böyle diyerek koca bir toplumun adalet duygusunu yitirdiğini ima ediyor gibi görünebilirim. Ancak bu bir yanılgıdır; çünkü toplumun adalet duygusu olmaz. Bireylerin olabilir ama toplumun olmaz. Bir toplulukta herkesin adalet anlayışı farklıdır.
Merhamet duygusuna gelince… Aynı adalette olduğu gibi toplumun merhamet duygusu da olmaz; yerine acıma vardır. Toplum acımayı sever ve bunun gerekliliklerini yerine getirir. Televizyon yayınlanan yardım programlarında, sözde yardım yapılan insanların gözyaşları sergilenir. Yırtık ayakkabılar, eskimiş elbiseler, harabe evlere zoom yapılır ve tüm bu malzemeler acıklı bir fon müziğiyle kendilerini merhamet sahibi sanan insanlara sunulur. Bunları izlemeyi tercih edenler de bir yandan bu kadar fakir yaşayarak kendilerine düşen fakirliği bu insanlar üstlendiği için onlara minnettar olur. Aynı zamanda o fakir kesimi kendinden uzak tutmayı da içten içe ister. Onlar orada olmalı ve kendileri yerine fakirlik çekmeye devam etmelidir. Bu acıma, minnet ve uzak tutma isteklerinin bedeli olarak 5 TL’lik bir sms yollar sonra da yatağına büyük bir gönül huzuruyla yatar. Tam bu anda, gözlerini kapatan adamın yüzünü fotoğraflarsanız aynı zamanda toplumun da fotoğrafını çekmiş olursunuz.
Toplumun en sevdiği ve başarılı olduğu şey ise hayatına olduğu gibi devam etmekte gösterdiği oscarlık performanstır. Çünkü insan kendini sonsuz bir acının çemberine hapsedemez. Bireylerin her birinin taşıdığı bu ortak hissiyat topluma da yansır ve toplum çabuk unutmayı tercih eder. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken şey; toplumun böyle olaylardaki samimiyetsizliğidir. Çünkü adaleti arayan bir toplum çabuk ve tatminkâr bir ceza verip unutmak yerine zamana yayılması uğruna adil olmayı tercih eder. Oysa toplumumuza baktığımız zaman, tabiri caizse yüreği soğuduktan sonra daha dün ortalığı yakıp yıkan, insanları hadım ettikten sonra idam sehpasına çıkaran kendisi değilmiş gibi yoluna devam ettiğini görürüz. Akşam yine televizyonun karşısına geçer ve tepki gösterdiği olayın aynısını haberlerde görür. Fakat bu sefer tepki vermez. Ateşi sönmüştür artık. Özgecan cinayetinden sonra henüz bir hafta geçmeden işlenen iki kadın cinayetine bakarsanız toplumun bu konudaki tavrını daha net görebilirsiniz.
Bu tür durumlarda değinmeden geçilmemesi gereken bir husus da toplumun suçlama arzusudur. Genellikle, faili belli olmayan olaylarda ‘karşı tarafa’ yüklenebildiği kadar yüklenir. Mümkünse eski defterleri de açarak karşıdakinin elinde koz bırakmamaya özen gösterir. Faili belli olan olaylarda ise ilkin faile, ardından yine karşı tarafa yüklenir. Tek amacı başkasını suçlamak ve rahatlık duygusuna bir an önce kavuşmaktır. Bu şekilde tacize, şiddete göz yuman kendisi değil de karşıdakilermiş gibi bir hava yaratır ve doğru tarafta olmanın gururuyla bir kez daha, bir kez daha nehrin öbür yanını taşlar.
Tüm bunları göz önünde bulundurarak, bugün etrafınıza bakarsanız artık siyah profil resimlerinin yavaştan kalkmaya başladığını görürsünüz. Toplum rahatlamış olarak yaşantısına devam etmektedir ve bir sonraki büyük olaya kadar da futbol ve siyaset üzerinden tartışmaya devam edecektir. Tam da burada “Peki tepki göstermeyelim mi?” sorusunu oldukça haklı buluyorum. Tepki gösterme ve bir duruş sergileme konusunda oldukça mahir olan toplumumuz bu tavrı fiili olarak da sergilemelidir. Aksi takdirde sokakta dayak yiyen ya da toplu taşıma araçlarında tacize maruz kalan bir kadını gördüklerinde seslerini çıkarmayanların yürüyüş yapması da anlamsızdır, mini etek giymesi de yazı yazması da…
İbrahim Halil Aslan
7 Yorum