Zanaat ve Ziraat Ehli Tükenmek Üzere, Kanaat Ehli Sizlere Ömür!

1 Kasım’da askerim. Sivil olarak geçireceğim birkaç günüm kaldı. Biraz kafamı dinlemek için izin aldım ama vakti kitap okuyarak değerlendirince kafamdaki ses daha bir gürleşti. Dinle dinleyebilirsen. Kayahan Özgül’ün “Kemâl’le İhtimal” kitabını okuyup bitirdim. Namık Kemal’in şiirini cesurane bir şekilde ele almış Kayahan Bey; hem ezberleri bozan hem de her zaman başvurulacak bir eser çıkarmış ortaya. Zengin bir kaynakçası var kitabın, öne sürülen her iddia birincil kaynaklara inilmek suretiyle delillendirilmiş. Türk şiirine ve şairlerine ilişkin böyle ‘dayanaklı ve dayanıklı’ eserlerin çoğalması gerekiyor. Bu ‘dayanaklı ve dayanıklı’ ifadesine Enis Batur’un bir yazısında rastlamıştım herhalde, demek hoşuma gitmiş ki kullanıverdim.

Akşamleyin Çaykolik müdavimleriyle buluştuk Üsküdar’da. İçerde dumansız hava sahasını benimseyen arkadaşlar vardı, onlardan ayrılıp Rıdvan’la dışarıda zanaat ve ziraat üzerine koyu bir muhabbete tutulduk. Artık zanaat ve ziraat ehli yetişmediğinden, kalanların da hızla tükendiğinden bahsettik. Türkiye’mizin en ciddi sorunlarından biri. 30 yıl sonra değil zanaat ve ziraat ehli, kırsal kesimde yaşayacak insan sayısının yok denecek kadar azalacağına dair tahminlerde bulunuyor uzmanlar. Gerçi ben buna katılmıyorum. Bence 10 yıl gibi bir zaman sonra memleketlerimize doğru yoğun bir hicret hareketi başlatacağız. Birçok kimsenin böyle bir niyetinin olduğuna şahidim. Bu da apayrı bir mesele. Dönsek bile ne yapacağız, ne yapabiliriz?

Benim annem hem terzi hem de aşçı. Kısmen kasap bile sayılır ki etin doğranmışını aramaz, gerektiğinde doğrar, parçalar, kıyma bile yapar. Birçoğumuzun annesi de böyledir. Rahmetli babam ekecek kadar olmasa da biçecek kadar rençberlik bilirdi. Bizden önceki nesil kendinden önce gelenlerden az da olsa bir şeyler kapmıştı. Ya biz? Dedesinden ve babasından ekip biçmesini yahut ata mesleğini öğrenebilmiş olan kaç kişi vardır aramızda? Hangi kız ninesinden ve annesinden ev işlerini tam anlamıyla öğrenebiliyor? Çoğumuz taşralıyız. Köyde köşede muhakkak atadan kalma tarlamız-tumbumuz yahut bağımız-bahçemiz vardır. Şehirlerde yaşamaktan şikâyetçiyiz fakat tabiatla iç içe yaşamaya karar verip memleketimize dönecek olsak hiçbirimiz ziraatla uğraşamayız. Çünkü bu işi bilmiyoruz. Zamane çocuğuyuz ne de olsa; okuduk ve bu işlere bulaşmaktan kurtulduk çok şükür! Zamane kızlarıysa ninelerine ve annelerine en geniş anlamıyla ‘hizmetçi’ nazarıyla baktılar, bakıyorlar. Ne olmak istedikleri konusunda kafaları hayli karışık fakat kim gibi olmak istemediklerini çok net biliyorlar: Onlar gibi olmak istemiyorlar; nineleri ve anneleri gibi. Çünkü onlar vasıfsız. Çünkü onlar cahil. Çünkü onlar şöyle, böyle. Peki, sen nesin arkadaş? Ben neyim? Ne vasfımız var bizim? Sen kendi söküğünü dikmekten acizsin, ben bir düzine biber fidesini dikmekten. Beraber dut ırgalasak, şırayı kaynatamayız. Şırayı kaynatsak kıvamını tutturamayız. Hadi diyelim kıvamını tutturduk, o sırada telefonumuz çalar, ona bakayım derken kazanı da deviririz. Pekmezin hayalini, pestilin rüyasını görürüz anca. Gerçi ziraat ehli olamadığımız gibi kanaat ehli de olmadığımızdan hayaliyle ve rüyasıyla yetinmez, pekmezi ve pestili parasıyla satın alırız değil mi? Ne güzel.

Zanaat bahsinde de durum vahim. Usta-çırak ilişkisi kalmadı ki bu bir yönüyle ahlakla ilgili de bir konudur. Dönerci Murat Usta’nın bir sözü geliyor aklıma. Kendisi samimi arkadaşımdır, vaktiyle şöyle demişti: “El becerisi olana çırak, el becerisini aklıyla birleştirebilene usta, bu ikisine ahlâkı da ekleyebilene sanatkâr denir.”  Pek bir tahsili yok bu arkadaşımın. İşini ahlaklı bir şekilde yapmaya çalışan birisi, o kadar.

İyi tanıdığım bir motor ustası, bir terzi, birkaç berber var. Hepsi çırak bulamamaktan şikâyetçi. İlk ikisi asgari ücretle çalışacak eleman bulamıyor. Buldukları birkaç ay kalırsa iyi, bir ay sabredemeyen bile var. Dizileri ve yarışma programlarını izliyorsa niçin sabretsin ki asgari ücret için! Berberler “eline makas alan kalfa olmak istiyor kardeşim!” diye dert yanıyor. Kalfa olansa kredi çekip, borca harca girip hemen kendi dükkânını açmanın fırsatını kolluyor. İstikrar yok. Hâsılı, meslek erbabı yetişmiyor, zanaata heveslenen yok denecek kadar az. Şüphesiz ki bu, okuma istidadı bulunmadığı hâlde üniversite mezunu olmayı marifet sanan, daha doğrusu ailesinden uzaklaşmayı ve başıboş yaşamayı arzulayan gençlerin hatası olduğu kadar, evlatlarını ille diploma sahibi olsunlar diye üniversiteye yollayan ebeveynlerin de hatasıdır. Her yere üniversite açmayı müspet bir icraat olarak takdim eden erkân-ı devletimizin hatasını da zikretmezsek olmaz. Tez vakitte bu hatadan, daha doğrusu yanlıştan dönmeleri gerekiyor. Daha önce birkaç aydın buna dikkati çeken bir takım eleştirilerde bulundular fakat ters tepti. Oysa kulak kesilmek ve özeleştiri yapmak lâzım. Bakkal açar gibi üniversite açmanın hiçbir faydası yoktur.

Molla Kasım’sız Yunus Emre Olmaz!

Tabiî bu tür meseleler Bohemyalıların ilgisini çekmez. Onlar dünya fanidir deyip işin içinden sıyrılırlar, böyle meselelere kafa yormazlar pek. Dünya fanidir evet, ama dünyasız ahiret, zâhirsiz bâtın, şeriatsız tarikat ve dahi Molla Kasım’sız Yunus Emre olmaz. Bohemyalılar bahsini bilerek açtım ki bir konuya açıklık getireyim, ayrı bir yazı yazmama gerek kalmasın. Bohemyalıların derdi benim memuriyetim olmuş. Sulhi Ceylan yazısında devlet memuru olduğumu vurguladığı hâlde görmezden gelmiştim, birkaç gün önce yayımlanan evlere şenlik yazısında Bahadır Dadak da bu konuya temas etmiş. Hem devlet memuru hem de başıbozuk olunmazmış. Böyle diyor Bahadır. Bununla kalsa iyi, açıklar geçeriz. Mehmet Raşit’in yazdıklarını da çarpıtmış. Bizi devlete ve devlet kurumlarına karşı cephe almakla suçluyor. Ben güya cephe aldığım devlet kurumlarının kanını emiyor, yüklü maaş alıyor ve günümü gün ediyormuşum. El insaf. Bu bir iftiradır. Başıbozukluğun ne olduğunu iyi anlayın. Başıbozuklar devletini sever, baş üstünde tutar. Ancak bilirler ki devlet millete hizmet için vardır. Asıl olan millettir. Hakkında bilgi sahibi olmadığınız hâlde savunduğunuz Osmanlı’dan bir misal vereyim size. Ki ben de severim Osmanlı’yı, sizden farklı olarak bilmeye de çabalarım. Bedri Gencer hocanın ‘Kerim Devletten Sosyal Devlete’ başlıklı makalesinden aktarıyorum:

XVIII. yüzyılda kaleme aldığı ünlü ıslahat layihasında Defterdar Sarı Mehmet Paşa, re’âyânın kötü durumunu anlatırken Kânûnî’den bir anekdot rivayet eder. Bir gün meclisinde “Âlemin velinimeti kimdir?” diye soran padişah, beklenen “Sultan hazretleridir” cevabını alınca itiraz eder: ”Velinimet filhakika reayadır ki: Onlar ziraat ve çiftçilik işinde huzur ve istirahatı kendilerine haram ederek, edindikleri nimetler ile bizi doyururlar”.

Devlette vazifeli olmak milletin safında bulunmaya mani değildir. Çünkü bu ikisinin varlığı birbirine bağlı. Birinin aleyhine olan, diğerinin de aleyhine. Mehmet Raşit’in de belirttiği gibi, biz dünya sisteminin ağababalarının tahakkümüne ve belirleyici olmalarına rıza göstermeyenleriz. Türkiye mevzubahis olduğunda belirleyicilik hakkı bizdedir diyoruz. NATO, ABD, AB gibi sömürü düzeninin timsallerinin dayatmalarına râzı değiliz diyoruz. Ülkemiz bunlardan berî olsun istiyoruz. Lâ demeden illâ denilmez. Def-i mazarrat celb-i menafiden evladır, bilmez misiniz? Sizi sömürü düzenine karşı lâ demeye, mazarratı def etmeye çağırıyoruz. 

25.10.2017 – Bakkallıktan Memurluğa

Dünkü kaldığım yerden bugün devam edeyim; meseleyi biraz daha şahsîleştirerek. Devlet memuruyum, evet. Bununla ne yeriniyor ne de övünüyorum. Dedem uzun yıllar öğretmenlik ve okul müdürlüğü yapmış. Babam memurdu. Benim memur olmak gibi bir niyetim yoktu, meşrebimi ticarete daha yatkın buluyordum. Başkalarının yanında çok çalıştım, pazarcılıktan kuyumculuğa, garsonluktan fabrika işçiliğine kadar. Birkaç kez gurbete de çıktım çalışmak için. Erken denilecek bir yaşta, henüz 17 yaşımdayken ilk esnaflık tecrübemi yaşadım. Ortak bir kuruyemiş dükkânımız vardı, onu işlettim bir buçuk yıl. Bu yüzden liseyi açıktan bitirmek zorunda kaldım. Sonra üniversite başladı. 23 yaşımdayken üniversiteyi yarıda bırakıp kardeşimle birlikte yöresel ürünlerin satıldığı küçük bir dükkân daha açtık. 1 buçuk yıl işlettik dükkânı. Bir takım sebeplerden ötürü bu tecrübe de akim kaldı, kapattık. Sonra üniversiteyi tamamlayıp ilk teşebbüsümde memur oldum. Daha doğrusu memur olmaya mecbur kaldım diyebilirim; annemin hatırına… Memuriyetimdeki ilk üç aydan sonra, yaklaşık bir yıl boyunca istisnasız her gün işe istifa etme niyetiyle gittim. Sebebi, işinin hakkını vermeyen sorumsuz insanlara tahammül edemeyişim. Böylelerine çok şahit oldum. Diğer bir sebepse kendimle alakalı. Bazı ideallerim var, bunları gerçekleştirebilmek için memurluktan vazgeçmem gerektiğini düşünüyordum. Bir gün Mustafa Kirenci Bey ile Büyüyen Ay’da sohbet ederken bu niyetimi açtım kendisine. Bana çok kızdı. Bir Müslüman her şeyden önce elindeki işi en iyi şekilde yapmakla mükelleftir, madem işinin hakkını vermeyenlere kızıyorsun o zaman kal ve işinin hakkını ver, kendine, ailene ve milletine faydalı olmak istiyorsan bunu mevcut şartlardan kaçarak değil, mevcut şartların içinde kalarak ve zorluklarına göğüs gererek gerçekleştirmelisin, dedi. Mevcut şartları zorlamadan yeni imkânların doğup doğmayacağını göremezsin, diye ekledi. Bu konuşma sadrıma şifa oldu. O gün bu gün memurluğu kaderim bildim. Hâlime şükrettim, şükrediyorum.

Buyurun Bohemyalılar, kişisel tarihimin bir cüzünü paylaştım sizinle. Gördüğünüz gibi esnaf olabilmek için iki kez tahsil hayatımdan vazgeçmişim. Neyleyelim ki nasibim memurlukmuş. Askere gideceğim için yaklaşık 6 ay maaş da alamayacağım. Beni asker ocağında harçlıksız bırakmayacağınızı biliyorum!

Cahit Zarifoğlu ile alakalı yazı vaat etmiştim ama artık dönünce inşallah.

Bu yüzden: Bahara kadar bekle Bahadır!

Kalın sağlıcakla.

Vesselam.

Feyyaz Kandemir

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • ebu mubeyyen , 03/11/2017

    gele teskere..

    hayırla git gel fakir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir