Sadi-i Şîrâzî hazretleri, Gülistan’ında bir sarhoş hikâyesi anlatır. Sarhoş, kendinden geçmiş bir şekilde yol kenarında uzanmış yatıyordur. Yanından geçen bir âbid (sürekli ibadet eden) ona nefretle bakar ve yoluna devam eder. Bu esnada sarhoş âbidin arkasından şu ayet-i kerimeyi okur “Rahman’ın kulları, bir günahkârın yanından geçerken müsamaha ile geçerler.” (Furkan, 72)
Şîrâzî, âbidin bu tutumunu eleştirir ve günahkâra güzel yüz göstermek gerektiğini söyler. Bu hikâyede asıl vurgulanmak istenen ise âbidin kibridir. Kendini günahlardan koruyan ama kalbini kibirden koruyamayan âbidin acınası hali ortaya konur. “İbadetin kibri” çeşitli tasavvuf kitaplarında anlatılan bir hal olup bundan kurtulmak açıkçası hiç de kolay değildir. Çünkü kendini günahlardan yalıtan biri ister istemez bu hali kendisinin başardığını ve bu sebeple Allah katında yüce bir yerinin olduğunu düşünür. İşte kibir de burada başlar. Sonra kendi gibi olmayanları küçük görme durumu gelir. Çünkü kibir, başkalarının sırtına basarak yükselme halidir. Bu sebeple olsa gerek İbn-i Atâullah el İskenderî hazretleri Hikem-i Atâiyye’sinde; “Zillet ve yalvarmaya götüren bir günah, izzet ve kibre götüren amelden daha hayırlıdır” buyurur.
5 Nisan 2020 – Pazar
Alman filozof Kant, İngiliz filozof David Hume’ın nedenselliği eleştirdiği “İnsan Doğası Üzerine İnceleme” adlı eserini okuduktan sonra bütün düşünceleri değişir. Bu durumu şöyle ifade eder “O (Hume) beni dogmatik uykumdan uyandırdı.” Bu sebeple olsa gerek Kant, on bir yıl hiçbir şey yazamamış. Demek ki kendi içinde fikrî bir bunalım da girmiş. Açıkçası Kant’ın Hume’dan neden bu kadar etkilendiğini ve rasyonalist düşüncelerinde nasıl bir deprem oluşturduğunu bilmiyorum ama her insanın dogmatik bir uykuda olduğunu sanıyorum. Dogma akla sunulmamış kabul ve inançlardır. Doğruluğu son derece açık ve net kabul edildiği için üzerinde düşünülmez ve her hangi bir sorgulamaya tâbi kılınmaz. Bu haliyle dogma, bir nevi kutsallık içerir ama bu kutsallığı özünden değil, insanın vehminden alır. Dogma; şüphe ve doğruluğuna dair herhangi bir kuşku barındırmaz. Bu durum dogmanın üzerine gitmeyi ve onu masaya yatırıp öğelerine ayırmayı imkânsız kılar. Ne zamana kadar? Açıkçası ben, dogma uykusundan uyanan insanların son derece az olduğuna kanaat getiriyorum. Uyanmanın yolunun ise, içe kapanmak, kendini sorgu masası haline getirmek, nefis terbiyesi yapmak ya da trajedi yaşamak gibi bir takım etkenlerle gerçekleştiğini düşünüyorum.
8 Nisan 2020 – Çarşamba
Eğer dünya hayatı bir yürüyüşse, muhakkak ki bu kaygan bir zeminde yürüyüştür. Dizlerimiz bu kayganlığa şahittir. Zaten tecrübe dediğimiz şey de bu düşmelerimizin toplamından başka bir şey değil. Dünya kelimesi, alçak olmak, basit olmak manasındaki “denie” kökünden türemiş. -Başka köklerden türediğini söyleyenler de var gerçi.- Ama buradaki alçaklık yere yakınlığı ya da basıklığı değil kıymetsizliği yani değersizliği anlatır. Neye karşı kıymetsiz, tabii ki ahiret hayatına karşı. Geçici hayat nerde, sonsuz hayat nerde! “Dünya hayatı” dediğimizde ise hayatı bir sıfat ile niteleriz. Yani “aşağı hayat” demek isteriz. Asıl olanın “hayat” olduğunu da söylemiş oluruz bu tabirle. Madem asıl (öz) olan hayattır, o hayatı değerli kılmak için değersiz işlerden uzak durmak gerekir. Gerçi cümle içersinde “dünya” kelimesini kullanan kimse bunları kastetmez. Neden mi, çünkü dünya ile sarılmış, kuşatılmışız. Kişi kendisini saran nesneyi bir zaman sonra sahiplenir ve kendini ondan ayrı görmek istemez. Buna aynileşmek de diyebiliriz. Böylece ölüm kötülenir ve dünyadan yani bizi saran her şeyden ayrı kalmak olarak kodlanır.
11 Nisan 2020 – Perşembe
Kütahyalı Sun’ullah Gaybî hazretleri “Ene; (ben) tahtına oturanı irşâd mümkin değildir” buyurur. Malum irşattan kasıt, doğru yolu gösterme, gafleti giderme ve ruhen aydınlatmadır. İşte bu sıfatlar benlik tahtında oturanlardan son derece uzaktır. Çünkü kendi ben’inden (ene) daha üstün bir ben görmeyen kimse için diğer insanların verebileceği hiçbir şey yoktur. Kibirli kişi kendine yettiğini düşünen, bardağını dolu sanandır. Bu sebeple insanlardan bir şeyler almayı âdi ve basit bir fiil olarak görür, bunun kendini küçülteceğini düşünür. Tabii bütün bunlar aslında sadece bir sanıdır. Yani hakikati olmayan ve delillere dayanmayan bir bilgidir. Zandan ötesi değil… İnsan kendini nerede görmek istiyorsa, bir şekilde kendini oraya yükseltir. Sonra da bu görüşüne uygun olarak yaşamaya başlar. Benlik sarayının müdavimlerinin irşattan nasibi olmamasının sebebi de budur. Kendini irşat olmuş olarak gören ve hatta varlığını diğerleri için irşat sebebi olarak niteleyen bir insana ne verilebilir ki! Sözün özü; kibir başkalarının üzerine basarak çıkılan benlik tahtındaki körlükten ibarettir. Bu taht o kadar yüksektir ki başkalarını görmeye engel olur.
Sulhi Ceylan
1 Yorum