17 Temmuz 2019 – Çarşamba
Dilimde, kaybolmuş sözcüklerin sancısını taşıyorum. Anlatmak istediklerimi bir türlü bedenleşemiyor. Ne kadar uzun konuşursam konuşayım, yine de bir şeylerin eksikliği cümlelerim arasından kendini gösteriyor. Nakıs olmak insan olmak demek sanki. Sanki bir varmış, bir yokmuşum…
Nereme dokunsan elime enkaz yığınları geliyor. Hayatım, çimento tutmayan tuğlalarla örülü. Ruh yaraları böyledir, geçmek bilmez bir türlü. Sürekli kendini tazelemesini ve kanırtmasını bir şekilde başarır. Mesela hatıralar bir karabasan gibi an’a çöker. Ve an, hemencecik geçmiş oluverir. Kendimi o yarayı kaşırken bulurum, kim bilir kaçıncı kez! Böyle anlarda kendi hatalarımın oluşturduğu vicdan azabını unutmak için başkalarının hatalarını araştırmak gelir aklıma ve kendimden utanırım. Ellerim hâlâ yaramın üstünde ve kana bulanmıştır. Sonra sonralar gelir. Herkes gibi bir şekilde avunurum ama bilirim avuntu hiçbir zaman tatmin etmez. Çünkü avunmak kendini oyalamaktır sadece. Tesellinin koynunda gecelemek…
10 Eylül 2019 – Salı
Parmak ucuyla bile dünyaya değmek istemediğim anlar var. Böyle anlarda içimde büyüdükçe büyüyen bir “şimdi” ortaya çıkıyor. Bir yanım acıma saygı duyulmasını diğer yanım ise duyulmamasını istiyor. Duyguların bulaşıcı olup olmadığını düşünüyorum ister istemez. Bedenim için kazdığım mezarları hatırlıyorum. Yerini unuttuklarımı… Kimsesiz saçlarımın okşanmaya okşanmaya düştüğü yalnızlığı bir de… İşte tam da bu düşüncelerde iken bilinmeyen bir rüzgârın savurduğu küçücük yaprağa özeniyorum. Nereye savruluyorsun, sorusuna rüzgâr bilir diyen ve yüzünde hüznün yol bulamadığı bir yaprak… Sonra yine aynı hapishaneye, hapishaneme dönüyorum ama farklı yollardan. Artık biliyorum her yolun, içinde bulunduğum çıkmaza döneceğini. O yüzden çıkmazı değil, yolları tanımaya çalışıyorum. Hocamın “yol insanı terbiye eder sözü” kılavuz oluyor aklıma. Kendinden korunamayan insanın kederini solukluyorum sonra. Sonra yine başa dönüyor ve elimdeki çekici kendime doğru kaldırıyorum. Yontulmamış duygularıma vurmaya başlıyorum. Beni kuyuya çeken arzularıma saldırıyorum. Darbeler indikçe yere daha fazla yaklaşıyorum. Durma sakın diye bir ses duyuyorum içimde: İnsan kendi kendini inşâ eder.
9 Ocak 2020 – Perşembe
Feminist yazar Simone de Beauvoir ile aynı düşüncede değilim. Hatta onun insanı anlamadığını düşünüyorum ve bu konuda ciddiyim. Mesela “İyi bir kitap kadar insanı kendinden uzaklaştıran hiçbir şey yoktur” der. Bu görüşe katılmak aslında insanı anlamamak ile özdeş. Yani Beauvoir; kitabı bir uyuşturucu olarak görüyor. Üstesinden gelemediğimiz dertleri, içimizde büyüyen acıları unutmanın yolu olarak kitabı işaret ediyor. O halde kitap ile içki içmenin arasında bir fark yok. Hâlbuki kitap; insanı kendinden uzaklaştıran değil bilakis kendine yaklaştıran bir nesnedir. Yahut fikirlerin tab’a girmiş şeklidir. Şimdi eğer bir kitap insanın sorununu daha da deşmiyor, farklı çözüm yollarına ilham olmuyor, insanı derdine yaklaştırmıyor ise burada büyük bir sorun vardır. Ya kitabın anlamı değişmiş ya da insanın kendinden ümidi kalmamış demektir. Her kitap yeni bir ümittir. Hayata farklı bir bakış, Allah’a yeni bir yakarış, yepyeni bir gözdür. Bu sebeple okuyana körlüğünü gösteren bir aynadır. Bakıp da göremediklerine bir de şu yönden bak diyen el feneridir. Dertlerini daha iyi görüp analiz etmesi için önce uzaklaştıran sonra da dışarıdan bu dertlere baktıran bütüncül bakıştır. Ağaçları gördüğün yeter biraz da ormana nazar et diyen bir uyarıcıdır. Değilse Simone de Beauvoir haklıdır.
Sulhi Ceylan
4 Yorum