1 Ağustos 2019 – Perşembe
Çağın hastalığının “kibir” olduğunu düşünüyorum. Kibirlenmek için kendimiz haricinde en az bir kişi gerekmekte. Çünkü o kişinin küçüklüğü üzerinden büyüklük taslanır. Tabiî bir kişiyle kimse yetinmez. Kibir yayılmak ister, kendisinin fark edilmesini talep eder. Küçük gördüğü ve bakışı, sözü ya da hareketleriyle ezdiği kişiler üzerine basarak yükselir. Kibrin bir sonu olduğunu sanmıyorum. Kibrin karşıtı tevazu yani alçak gönüllülüktür ki kişinin kendisini başkalarından aşağı görmesidir. Tevazuun özünde kendini daha alt konuma koyma, bulunduğu yerden daha aşağıda görme anlamları gizli. Açıkçası kimse kolay kolay kibirli görünmek ya da kibirli sıfatıyla anılmak istemez. İşte bu yüzden kibirliler dahi kendilerini bulundukları yerden aşağıda gösterirler yani tevazu yaparlar. Ama mesele şu: Eğer “bir kimse tevazu gösterdiğinin farkındaysa kibirden asla kurtulamamıştır.” Tevazu sahipleri, kibirli olmadığı için tevazu gösterir ve bu durum son derece samimi ve doğal bir haldir. Tevazu onun için bir meleke haline gelmiştir. Ama kibir ehli, tevazu gösterirken bile kendisinin ne kadar büyük olduğu bilgisi içindedir. Hali samimi değil, bilakis bir tiyatro sergilemektedir. Çünkü; “Ol mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler” mısraında geçtiği üzere, tevazu ehli düşünüp taşınıp tevazu yapmaz, bu onun doğal hali olmuştur.
8 Ağustos 2019 – Perşembe
Yıllardır büyük filozof Fârâbî’nin bir sözünü hayatıma geçirme derdindeyim. Fakat bir türlü başaramadım. Zamanla niyetimin şiddeti ve hevesimin rüzgârı da azaldı. Anladım ki hayat, her geçen gün dünyaya biraz daha fazla bağlanmak ve ayrıntıları çoğaltmak imiş. İnsan, terk edip gideceği yeri neden ev belleyip bu kadar bağlanır ki, bunu da çözemedim. Fârâbî şöyle diyor: “Zamanın ters, sohbetin faydasız, her reisin bezgin olduğunu, her başın bir ağrı taşıdığını görünce, evime kapanıp şeref ve haysiyetimi korudum ve izzet olarak bununla kanaat ettim.” Bu sözü hakikatini nasıl bedenimde vücut bulur diye düşünürken Pascal’ın “Mutsuzluğun tek nedeni, insanın odasında sessizce nasıl oturacağını bilememesidir” sözüne denk geldim ve sorumun cevabını da bulmuş oldum böylece. Tek mesele bilmemek. Eğer odamda; yalnız ve sessizce nasıl durulabileceğini bilseydim sorun kalmazdı. Ama bazen de insan bilmek istemez, çünkü bilmenin vereceği yükün altında ezilmeyi göze alamaz. Cehaletin şefkatli kollarına kendini bırakır ve yıllar birbiri ardına elinden çıkar. Geriye ise bezginlik ve yüzde kauçuklaşma kalır.
9 Ağustos 2019 – Cuma
Sonluluk duygusu, yani öleceğini bilmek insanın başat sorunlarından biri. Bu duyguyu aşmak, unutmak, yok saymak için insanın yapmadığı ve yapamayacağı şey yok. Edebiyat bunun için değil mi, ya da felsefe… O kadar metin aslında sonluluk duygusu ile yüzleşmek için yazılmadı mı? Tüm metinlerin satır aralarında ya da arkasında bu sonluluk hali kendisini bir şekilde saklar. Ve her seferinde de bir yolunu bulup kendini hatırlatır. İnsan da tekrardan yok saymaya, ya da bu gerçeği kabul edilebilir bir hale sokma gayretine girer. Bu durum yıllar boyunca böyle devam eder. Çünkü sonlu olmak insanın alnına yazılmıştır ve alın yazısı ise silinmez. Silinemediği gibi kazınamaz da.
İnsanlardan sadece sufilerin sonluluk duygusunu aştıklarını düşünürüm. Ölüm gününe “Şeb-i arus” (düğün gecesi) diyen başka bir topluluk bilmiyorum. Dünya denen gurbet hayatının sora erip ruhun hürriyete kanat açmasını bu sözle anlatan sufilere göre gerçek hayat ahiret hayatıdır ve bu sebeple ölüm kurtuluş hatta vuslata eriştir. Sevgiliye kavuşma gecesinden daha güzel ve değerli gece olabilir mi? O halde zindan mesabesinde olan dünyadan çıkış neden düğün gecesi olmasın?
Sulhi Ceylan
7 Yorum