22 Temmuz 2019 – Pazartesi
Seneca, her bir insanın köle olduğunu iddia eder ve insanlığın köle olmayan birini gösteremeyeceğini söyler. İddiasını da şöyle kanıtlar: “Biri şehvetin kölesidir; öteki açgözlülüğün, beriki siyasal ihtirasın; herkes de umudun, korkunun kölesi!…” Bilge filozof haklı gibi duruyor ama ben konuyu başka bir alana çekmek istiyorum. Mesela toplum, şehvetinin kölesi olanları farklı adlarla isimlendirir: Fahişe, ahlaksız, namuzsuz vb… Bu adlandırma aslında toplumun kendini temize çekmesidir. “Ben bunlar gibi değilim” demenin bir yolu da insanları sıfatlandırmaktır. Bununla birlikte siyasi ihtirasının kölesi olmuş biri her hâlükârda toplumda kendine yer edinir çünkü bu kişilere karşı özel bir isim ya da sıfat verilmez. Yine açgözlü insanlar da toplumda bir şekilde yer edinmesini bilir. Neden mi, çünkü halk için zahir önemlidir. Yani gözüken… Göstere göstere yapılan… Gizli yapılan ya da inkâr edilen günahlar önemsenmez. Aklını başkalarına satan ve kullanılmış hayatları yaşayan kişiler de toplum tarafından dışlanmaz. Bunun sebebi ise insanların genelinin aynı hal ile hallenmesidir. Sözün özü ise menfaat bir puttur ve herkes bir tarafından o puta sarılır. Köle olmak aslında putu olmak demektir.
25 Temmuz 2019 – Perşembe
“Arzularının yangınları içinde yürür insan…” diyor William Blake. Bu sözden insan hayatının bir yangın yeri olduğunu ve yangının ise arzu duymak ile başladığını söyleyebilirim. Arzuya istek, iştaha, meyil, heves ve şehvet de deniyor. Yani bir şeye karşı eğilmek, istek duymak vb… Kant, arzuyu tutsaklık olarak görür ve bu sebeple iradeye önem verir. Çünkü iradede özgürlük ve özerklik vardır. Arzu ise içinde bir edilgenlik barındırır ki bu sebeple iradeden düşüktür. İrade bilinçli ve kasıtlı bir yönelme iken, arzuda bir çekilme, cezbeye tutulma hali vardır. Bu sebeple arzuların tedavisinden bahsedilir. Eğer tedavi edilmez ve kişi tüm iradesini arzunun eline bırakırsa kişisel bütünlüğüne eremediği gibi, akli özgürlüğe de ulaşamaz. Çünkü arzunun olduğu yerde akli bir hareketten bahsedilemez. Akıl burada arzuya tâbi olmuş ve ne yazık ki karar alamaz hale gelmiştir. O halde insanın düşünen bir varlık olarak tanımlanması aslında ideal bir tanımdır, yani olması gerekeni işaret eder. Ama gerçek böyle değildir. Diğer mesele ise ulaşılamayan arzuların kişiyi içten içe yakmasıdır. Ne kadar büyük ve ulaşılamayan bir arzu varsa yangın da o kadar büyüktür. Sevdiği kişiye ulaşamayan her bir insan ne dediğimi çok iyi anlar. Çünkü ayrılık aşk doğurur ki aşk baştan sona bir yangındır.
29 Temmuz 2019 – Pazartesi
Tasavvufu ilk kez tanımlayan velinin Marûf-i Kerhi (k.s.) hazretleri olduğu söylenir. Şöyle buyuruyor: “Tasavvuf hakikate sarılmak ve halkın elindekilerden yüz çevirmektir.” Cümlede, hakikate sarılmak için insanlardan hiçbir şey beklememek gereği vurgulanıyor. Çünkü hakikata ermek için kişinin tevhidi yaşaması, yani çokluk algısından kurtulması ve tek merci olarak Allah’a yönelmesi ama ihlas ve muhabbetle yüzünü çevirmesi gerekiyor. İnsanlardan beklentisi olan biri hakiki manada Allah’a kulluk yapamaz. Çünkü her beklenti aslında bir baş eğmedir. Unutmamalı ki derviş Hakk’tan başkasına boyun bükmez. İşin diğer yönü ise kâinatta tek fail vardır ve o da Allah’tır. Diğer varlıklar Allah’a göre gölge varlık mesabesindedir. Gölgeliklerini de yine Allah’tan alırlar. O halde Allah’ı bırakıp insanlardan beklenti içine giren kişi dolaylı olarak Hakk’tan beklenti içine girmiştir ama durumun farkında olmadığı için niyetinin sonucunu görür, fazlasını değil. Zaten tasavvuf işte bu var gibi görünen mümkün varlıkların yok olduğunu anlama ve sadece varlığı zorunlu olan Hakk’a sıdk ile yönelme sanatıdır. Bu yönelme dünyada iken iradeli bir şekilde gerçekleşirse kişi varlığının hakikatini gerçekleştirmiş olur. Çünkü ölüm her hâlükârda beklentilere son verecektir.
Sulhi Ceylan
3 Yorum