istanbul günleri -5

 

cebimdeki 1 avro – ikinci yazı

pek muhterem bir okuyucum, gayet nazik bir üslup ile sormuştu bahsi geçen bir avronun nasıl cebime düştüğünü. ben de kendisinden meraksız, huysuz, çıban sorular soran gudubet okuyucuyu savuşturduğumuzu ve kendisine rahat rahat o bir avrocuğun hikayesini anlatabileceğimi beyan etmiştim.

o okuyucu burada mı?

evet… devam edelim, o zaman. yahya kemal beyatlı’nın bir nüktesini buracığa derc etmiştim. ankara’nın nesini seviyordu şairimiz? evet, ankara’da e-5 olmayışını…

beyhude dünya işlerinden birisini bitirmiş, geç vakitte, ümraniye hudutlarındaki barınağıma ulaşmak üzere o sevimsiz metrobüs seyahatlerinden birini yaptım ve uzunçayır metrobüs durağında indim. “neymiş o beyhude dünya işi?” boşuna öyle şifre geçmedim, seni soyka meraklı melahat okuyucu! dergi toplantısından, edirnekapı’dan dönüyordum.  benimle beraber dönen, yoldaşlık ettiğim harun balcı, anadolu yakasını ne bilsin, benim uzunçayır metrobüs durağında inmemin normal olduğunu düşünmüş olmalı. “gecenin bir vakti, uzunçayır’dan ümraniye’ye gidilir mi? niye altunizade’de inmedin? orada gani gani dolmuş bulurdun!” işte ben onu bilmiyordum daha o zaman. yahya kemal’in o sevmediği e-5’teki acıbadem köprüsü durağı, uzunçayır metrobüs durağı filan… böyle birkaç şey… gerçi şimdi de bir meseledir ya…

velhasıl harun balcı yolu bilmiyordu, ben de hiç bilmiyordum… münasebetsiz mehmet efendi hesabı… “padişahım, zurna çalmasını bilir misiniz?”, “yo bilmem, hayırdır?”, “ben de bilmem padişahım ama bursa’daki dayızâdem hiç bilmez!” neyse… harun abi, mecidiyeköy’de indi, ben de saf saf uzunçayır’a kadar bekledim. 00.30-00.45 civarı… kesin saati de söylerdim ama içinizde nazarı değen çıkar belki, ne hafıza varmış adamda filan… allah muhafaza! kaç ay öncesinin hadisesi sonuçta, değil mi?

güya iett’ye binip ümraniye’ye gideceğim. bir tane iett geldi, o da havaalanına giden var ya, o işte. metrobüs durağında inip hemen alt taraftaki iett durağını geçince, ilk başta küçük bir kalabalık vardı. taksiciler zaten akbaba gibi duruyordu. dolmuşçular desen, taksicilerden beter. üsküdar’dan gelen dolmuşlar çalışıyor.

aynı istikamete giden yolculardan iki grup oluştu, taksiye binip gittiler. kimisi bir yerlere telefon etti. kimisi çaresiz taksi’ye yöneldi. yarım saat, kırk beş dakika kadar bekledim. tabiî, bir yandan ne yapacağımı düşünüyorum. üsküdar’ın daha yakın olduğunu bildiğim için acaba şu dolmuşların üsküdar’a dönüş seferine binsem karşı tarafa geçip… böyle biraz oyalanarak dolmuşları da bitirdim.

fakat üsküdar’a geçmeye, halamların evine gitmeye karar verdim nihayetinde. karşıya geçmek için sevimsiz bir beton ve demir yığını olan, gecenin karanlığında bir yığıntı olmaktan öte az sonra homur homur kalkacak yürüyecek bir ecinni gibi duran köprüye doğru yürüdüm.

cebimde çok az bir nakit, aklımda en zor duruma düştüğümde, böyle yapayalnız kaldığımda hatırladığım insanlar… fakat bir heyecan belirtisi yok. bir defasında şehirlerarası otobüs yolculuğunda, firmanın yalan vaatlerin sonucunda beni gideceğim şehrin 25 km. dışında bırakması başıma gelmişti. sabahın dört buçuğunda, ocak ayında, ayazda küçük bir yerleşim yerinde kalakalmıştım. gökyüzünde pasparlak yıldızlar. elimdeki cep telefonumun yüzü buz tutmuştu. yine cebimde az bir nakit ve aklımda aynı insanlar…

karşıya geçtim. dolmuşlardan ümidi kesmiştim. cebimdeki azıcık nakitin beni üsküdar’a götürüp götürmeyeceği tereddütünü yaşıyordum. metrobüs durağı tarafından üç kişi benden tarafa doğru geliyordu. sırt çantalı, uzun saçlı, kısa boylu iki çocuk geçip gittiler. bir tanesi ise duvarın dibinden, başını eğerek geliyordu. yaklaştı. sarı, kıvırcık saçlı, turuncu pantolonlu, tedirgin, zayıf, orta boylu, ince bir çocuk… korkarak yaklaştı bana. yarı ingilizce yarı almanca bir şey anlatıyor. anladığım kadarıyla koşuyolu -validebağ gitmek istiyor ve dolmuş bulunup bulunamayacağını merak ediyor.  artık dolmuşun gelmeyeceğini söylüyorum. tedirginliği büyük bir çaresizliğe dönüşüyor.

bu esnada, esmer bir çocuk aynı taraftan gelip yoldan geçen taksilerden birine işaret etmişti. taksiciler için zaten “fırsat bu fırsat!” yanımdaki turist çocuğa taksiyi işaret ederek o yöne seyirttim. esmer çocuk acıbadem’e gidecekmiş. bizim turist validebağ, göbeğe kadar gitse tamammış, ben de üsküdar…

vicdansız bir taksiciye denk gelmişiz meğer. taksiye binerken bizim turist, üzerinde çok az bir para olduğunu özür dileyerek beyan etmişti. biz de, esmerle çocukla ben, ne önemi var hallederiz diye teskin etmiş tedirgin zavallıyı. fakat arabaya binince esmer çocuğun kimyası değişti, yahya kemal gibi. bilir misiniz, yahya kemal bütün bir hayatını bekar olarak geçirmiştir. celile hanım’la evlenmeye çok yaklaşmışken son anda vazgeçmiştir. sizce kadını niye yüz üstü bıraktı dersiniz? siz bilmezsiniz bu yahya kemal’i… bir gün ayrıca anlatırım.

neyse, bizim esmer çocuk dönek çıktı. tabiî ben, bu arada turistle tanışmışım. ismi aron. sevimli bir çocuk. tedirgin gözlerle bana bakıyor. sadece benimle konuşuyor. öbürkülerle irtibat kurmaya çalışmıyor. derdini hep bana anlatıyor. taksiciye dedim, şu aron’u görüp gözetelim, idare edelim. parası azmış çocuğun. yaban memlekette mağdur olmasın. herifçioğlu çok namussuz çıktı: “artık siz aranızda idare edeceksiniz!”

esmer çocuk dönek çıktı dedim, arabaya binince herifin kimyası değişti. zaten acıbadem dediğin yer şurası. köprüye gelince benim elime beş lirayı bıraktığı gibi pır oldu. arkasına bile bakmadı. kaçar gibi gitti. “ya ben zaten şurada ineceğim, siz başınızın çaresine bakarsınız. abi parayı sana verelim, en son inecektin değil mi?”

zavallı aron, parasının az olduğunu söyleyerek benden özürler diliyor. ben kaygı etmemesini söylüyorum. sanki cebimde doğru dürüst bir para var gibi! bir bankamatiğin yanından geçsek heyecanla irkiliyor. para çekecek de verecek de… ohooo… senin bankayı burada nerede bulacağız aron? sonra, laf arasında, istersen diyor bana telefon numaranı, adresini ver; sana daha sonra gelip para vereyim. yapma bunu çocuk! burası almanya değil!

validebağ, görünce morali biraz toparlanıyor. bana teşekkürler, perestişler… cüzdanından biraz bozukluk çıkarıp mahcup bir edayla bırakıyor avuçlarıma. gayet samimi elime sıkarak iniyor arabadan.

sinir bozucu, sevimsiz, vicdansız taksiciden kurtulup üsküdar’a halamlara vardığımda aron’un verdiği bozuklukların da olduğu cebime elimi attım. şöyle bir paraya baktı. tanımadığım bir para. mozart, kibirli kibirli bakıyor.

 

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • nurullah ataç , 09/06/2014

    tuğçe öcal kadar iyi günceler olmasa da bunların da bir yeri var. hepimizin biraz neşeye ihtiyacı var değil mi? ancak bunu murat menteş yanlış anlıyor, neşe diye bin türlü densizliği kakalıyor, ayıp!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir