Geçtiğimiz günlerde Eminönü’ne yolum düştü. Haliç metro istasyonunda inip sahilden yürümeye başladım. Eminönü sahilinde ne kadar keyifli yürünebilirse o kadar yürümeye çalıştım ancak bu çok mümkün olmadı. Bunun sebebi yıllardır süren inşaatlar ve bir türlü bitmek bilmeyen yeni bir sahil şeridi oluşturma çalışmalarıydı. Açıkçası ben Haliç metro istasyonundan çıkıp sahilden rahat bir şekilde Eminönü’ne yürüyebildiğimi hatırlamıyorum. Metal saclar ve inşaat makineleriyle çevrili, etrafınızı göremediğiniz, zeminin de çoğunlukla toprakla karışık kaldırım taşı olduğu dar bir yoldan geçmek zorundasınız. Yine aynı yolu izleyerek ilerledim fakat bu sefer amacım Eminönü’ne gitmek değil, henüz okumuş olduğum Mustafa Kutlu’nun gazete yazılarından derlediği Şehir Mektupları kitabında bahsettiği Ahi Çelebi Camii’ne gitmekti. Daha önce, bu caminin varlığından bile haberim yoktu. Açıkçası suç benim mi yoksa etrafını inşaat makineleriyle, konteynerlerle ve tur vapurlarıyla çeviren veya buna müsaade eden yöneticilerde mi bilmiyorum! Yolda karşılaştığım insanların çoğu tur teknelerinin müdavimi olan Arap turistlerdi. Kendine, teknelerden ufak bir açıklık bularak denize ulaşabilmiş nasipli bir kesim de oltalarını atmış ve bu güneşli pazar gününün keyfini bir nebze çıkartıyordu.
Tüm bunları incelerken caminin bitişiğindeki Ahi Çelebi Sıbyan Mektebi’ni gördüm. Restorasyon inşaatı için etrafı çevrilmişti fakat devam eden bir çalışma görünmüyordu. Bunun üzerine biraz araştırma yaptım ve restorasyonun 2017 yılında başlatıldığını öğrendim. Dışardan bakıldığında restorasyon başladığından beri hiçbir şey yapılmamış gibi duruyordu. Metruk ve yarı yıkılmış bir yapıdan başka bir şeye benzemiyordu. İnşaat alanının otopark haline getirilmiş kısmında arabaların arasından geçerek güç de olsa camiye ulaşmayı başardım. Caminin önüne geldiğimde peyzajı nispeten güzel yapılmaya çalışılmış bir bahçeyle karşılaşınca açıkçası şaşırdım. Cadde tarafından görmenizin mümkün olmadığı bu bahçe kendine beton yığınlarının arasında zoraki bir yer edinebilmiş duruyordu.
Caminin yapım yılı tam bilinmemekle beraber, camiyi yaptıran Ahi Ahmet Çelebi 1524 yılında öldüğü için yapım yılı 15. yüzyıl sonları veya 16. yüzyıl başları olduğu belirtilmiş kaynaklarda. Yoğurtçular Camii olarak da bilinen bu cami, 1539 ve 1653 yangınlarında ve 1894 depreminde ağır hasar görüp tamir edilmiş. 1539’daki yangından sonra bina tamamen yanmış ve Mimar Sinan tarafından yeniden inşâ edilmiş. Tarihi boyunca felaketlerden çok çeken cami, günümüzde de çevresindeki inşaatlar sebebiyle yalnızlığına terk edilmiş ve iş makinalarının gölgesinde unutulmuş durumda.
Aslında camiye gitmemin en büyük sebebi daha önce bahsettiğim kitapta geçen, Evliya Çelebi’nin rüya hikâyesiydi. Evliya Çelebi, bu hikâyeye Seyahatnâme’sinde şöyle yer veriyor:
“Yıl 1630. Hicri takvimle 1040. Aylardan Muharremdi. Aşure gecesi Kur’an okudum, dualar ettim. Peygamber Efendimizi çok özlemiştim. Biraz dinlenmek için yuvarlak yastığıma yaslandım. Uyku ile uyanıklık arasında idim. Bir anda Yemiş İskelesi yakınındaki Mimar Sinan yapısı Ahî Çelebi Camiinde buldum kendimi. Bu, helâl para ile yapılmış bir camidir. İçinde yapılan dualar boşa çıkmaz diye bilinir. Vakit, sabah namazı vaktiydi. Kapıdan bir sürü silahlı ay parçası yiğit girdi içeri. Caminin nasıl aydınlandığını anlatamam. Sanki gökten ay kopmuş, sonra bu aya yüzlerce ay ve yıldız daha katılmış da camiyi doldurmuştu. Bu nur yüzlü askerleri hayranlıkla seyrediyordum. Hemen yanıma oturan yiğide sordum:
— Sultanım, siz kimlerdensiniz? İsminizi söyler misiniz?
— Cennetle müjdelenmiş on kişiden, okçuların piri Vakkasoğlu’yum, dedi.
Hemen eline davrandım, öptüm.
— Pekiyi, bu sağ taraftaki nur yüzlüler kim?
— Peygamberler, evliyalar, Peygamber Efendimizin dostları, Medineliler, Mekkeliler ve Kerbela şehitleri. Mihrabın önünde gördüğün, Veysel Karanî, solda duvarın dibindeki müezzinlerin piri Habeşli Bilâl. Şu sancakla gelen al elbiseli askerler de şehit ruhları. Başlarındaki zat ise şehitlerin serdarı Hazreti Hamza’dır.
Böyle böyle cami içindeki bütün cemaati bana tanıttı. Hangisine baktımsa sevinç doldum, can buldum.
— Burada toplanmanızın sebebi nedir?
— Azak taraflarındaki İslâm askerleri dara düşmüşler, Tatar Hanına yardıma gidiyoruz. Biraz sonra Peygamber Efendimiz de gelecek. Sabah namazının sünneti kılınacak. Sonra “Kamet getir” diye işaret buyururlar, sen de yüksek sesle kamet getirirsin. Selâmdan sonra müezzinliği Bilâl ile yaparsınız, oldu mu? Namaz bitince de Efendimiz mihrapta iken hemen koş, mübarek elini öp. “Şefaat Ya Rasûlallah” de, yardımını rica et.
Heyecanlanmıştım. Demek burada olduğumu biliyorlardı. Çok geçmedi, cami kapısında apaçık bir nur belirdi. Zaten aydınlık olan cami bir kat daha aydınlandı. Sağında Hasan, solunda Hüseyin ile Peygamber Efendimiz göründü. “Bismillah” diyerek içeri girdiler. İçeride bulunanlara selâm verdiler. Mihraba geçip sabah namazının sünnetine durdular. Korkudan mı, heyecandan mı bilemiyorum titremeye başlamıştım. Hazreti Peygamber, Hilye-i Hakani’de anlatıldığı şekilde idi. Hayran hayran seyrediyordum. Selâm verince bana baktı, sağ eli ile dizine vurdu,
— Kamet getir! buyurdu.
Segâh makamında kamet okudum. Bütün cemaat kalktı. Hazreti Peygamber cemaate imamlık etti. Müezzinliği Vakkasoğlu’nun öğrettiği şekilde tamamladık. Sabah namazı bitti. Efendimiz mihrapta ayağa kalkmıştı. Vakkasoğlu elimden tutup mihraba götürdü beni.
— Allah’a ve rasûlüne âşık bu Evliya Çelebi şefaat diler, dedi.
Dokunsalar ağlayacak gibi idim. Her tarafım titriyordu. Aklım başımdan uçmuştu sanki. Hiç halime bakmadan, haddimi bilmeden Hz. Peygamber’in mübarek ellerine dudaklarımı kondurdum. Dileğimi söyledim ama heyecandan “Şefaat Ya Rasûlallah” diyeceğime “Seyahat Ya Rasûlallah” demişim. Hz. Peygamber tebessüm buyurdular.
— Seyahat ve ziyareti bu kuluna kolay eyle Ya Rabbi, dediler ve dua buyurdular.
Ardından hep birlikte “Fatiha” okuduk. Orada bulunan herkesin mübarek ellerini öperek hayır dualarını aldım. Kiminin eli misk, kiminin menekşe, kimininki de karanfil gibi kokuyordu.
Hz. Peygamber’in mübarek kokusu ise zağferan ve kırmızı gül gibiydi. Peygamberimizin arkadaşları, benim için dua ettiler. Önce Hz. Peygamber, ardından diğer mübarekler çıkıp gittiler. Vakkasoğlu okluğunu çıkarıp benim belime sardı.
— Yürü! Ok ve yay ile gaza eyle, dedi. Allah yardımcın olsun.
Sonra bir müjde verdi:
— Burada kimin elini öptüysen onu ziyaret edeceksin. Ülkelerini gezip göreceksin. Ancak gezip gördüğün yerleri, oraların güzel özelliklerini yaz. Bundan böyle benim ahiret oğlumsun. Hak ve hakikatten sakın ayrılma. Gönlün huzurla dolsun. Ekmek ve tuz hakkını gözet, iyi bir dost ol. İyilerden iyilik öğren. Kimseye bir zararın dokunmasın. Haydi, yolun açık olsun, dedi ve alnımdan öpüp o da çıktı gitti.
Şaşkın bir halde kendime geldim. Bu hal ne olabilirdi? İçime bir rahatlık, gönlüme neşe dolmuştu. Sonra ben de camiden çıktım. Kasımpaşa tarafına geçtim. Olanları ünlü rüya tabircisi İbrahim Efendiye anlattım.
— Cihanı dolaşan bir gezgin olacaksın. Güzel sonuç alacaksın. Peygamber Efendimizin şefaatiyle cennete gireceksin, dedi.
Oradan Kasımpaşa Mevlevihane’si Şeyhi Abdullah Dedeye gittim. Ellerini öpüp rüyamı ona da tabir ettirdim. O da aşağı yukarı aynı şeyleri söyledi.
— Sa’d İbni Ebî Vakkas’ın nasihati üzere önce bizim İstanbulcağız’ı yazmaya başla. Haydi, durma, dedi.
Bana yedi ciltlik bir tarih kitabı verdi ve hayır dualar etti. Eve döndüm. Bazı tarihleri inceledim ve İstanbul’u yazmaya başladım.”
Ahi Çelebi Cami’sine gitmeme ve Evliya Çelebi’nin de “Seyahatnâme” yazmasına vesile olan bu rüyayı okurken çok etkilendiğimi söylemek isterim.
Böyle bir rüyaya konu olan bu caminin, insanların ulaşamayacağı bir yerde ve çevresi otoparkla çevrilmiş, dozerler ve moloz yığınlarıyla işgal edilmiş halde olması tarihi yarımadayı sıklıkla gezenler için pek de şaşırtıcı olmasa gerek. Asıl içler acısı olan durum da, bunu normal karşılıyor olmamız. Yoldan geçen herkes, oradaki tekne işletmecileri ve otoparkçılar kadar kendi dertlerine düşmüş durumdalar. Elimize geçen her fırsatta yıkmaya ve yeni bir şeyler yapmaya çalışmak ne kadar doğru bilmiyorum. Tarihi eserlerimize yaptığımız zorbalık ne zaman son bulacak acaba? Muhafazakârlığı sadece dindarlık olarak anladığımız sürece tarihimize ait hiçbir şeye sahip çıkamayız. Manipüle edildiği takdirde bir şeylere tepki gösteren, linç kültürüne alışkın, tepkisiz bir nesil haline geldik. Allah, sonumuzu hayr eylesin.
Muhammed Abdülkerim Yayla
1 Yorum