Doktorun günlük tutmanı, her gün düşündüklerini güncene kaydetmeni istiyor. Günlük tutmanın dünle bugünü mukayese etmek için elzem olduğunu, mukayese olmazsa muhasebe de olmayacağını, kendisini hesaba çekmeyen insanın da sürekli gerileyeceğini söylüyor. Önünde temiz bir sayfa var. Sen beyaz kâğıda bakıp ellerim kirli, ellerim kirli, yazarsam defter de kirlenecek, diye bağırıyorsun. Ellerini defalarca yıkıyor, siğil gibi çıkmış kara lekeleri bertaraf etmeye çalışıyorsun. Parmaklarının arasından kir değil, pişmanlık akıyor. Ellerindeki laneti kovmak istiyor ama beceremiyorsun. Zihninin içinde insanları tanımak için ilk olarak ellerine baktığın günler bir topaç gibi dönüyor. Savruluyorsun. Geçmişin önüne parça parça seriliyor.
Terhis olup evine döndüğünde misafir muamelesi görmüş, iki ay kimse sana karışmamıştı. Sivil hayatın tadını çıkartırken mahallenin Hacı amcası olaya el koymuştu bile. Evlenmen gerektiğine dair uzun bir nasihatten sonra konuyu bağlamış ve kendini ilk defa bir kızın karşısında bulmuştun.
İlk görüşmeye gittiğinde ne hissettiğini bile bilmiyordun. Heyecanın, bu konudaki toyluğun ve önünde uzun bir zaman var diye düşünmelerin fırsatları tepmene sebep olmuştu.
Yaşın yirmi beşe geldiğinde ise bir şeylerin değişmeye başladığını fark ettin. Yavaş yavaş heyecanını yitiriyordun. Aile efradın ise bir tedirginliğin içine girmiş, uzak yakın demeden tüm akrabaların seni evlendirmenin derdine düşmüşlerdi.
Artık gittiğin görüşmeleri futbol müsabakasına benzetiyor ve üç bölüme ayırıyordun: ilk yarı, ikinci yarı ve maç sonrası yorumlar. Maçların hepsini yabancı sahada oynamanın ağırlığı omuzlarına çöküyordu. Kız evine giderken saçma bir kuralla karşılaşıyordun, “Damat adayı soru sorulmadıkça hiçbir şeye karışmaz ve konuşmaz.”
Maçın ilk yarısında damat adayı olarak başını öne eğmiş, gözlerini ayakuçlarına dikmiş, mahcup, had safhada sıkılmış olarak aile reislerinin konuşmalarına katlanmak zorundaydın. Sohbet konusu; genellikle kız babasının ya da abisinin mesleği, siyasi görüşü veya Anadolu insanın köy hatıraları üzerine olurdu.
Tekstil işi yapan ve etek imalatı ile uğraşan bir evde, Mercan ve Kapalıçarşı’nın tüm etek fiyatlarını öğrenilebiliyor hatta kimin ne kadar kazandığı bile konuşulabiliyordu. Sen, kendini tüm bu sohbetten azade etmiş, kızla görüşmeye geldiğini bile unutmuş bir vaziyette, yaşı seksenin üzerinde olan, Türkçe konuşmayı bile bilmeyen dede ile göz göze geliyor ve yalnızca onunla ünsiyet kuruyordun. Evden ayrılırken de el işaret ile duâ istemiştin. Sonradan aldığın habere göre de o evden seni damat olarak görmek isteyen bir tek o dede olmuştu.
Başka bir evde de iki ailenin karşılıklı olarak köy anıları depreşmiş olacak ki, ekinden samana, büyükbaştan davarlara kadar uzanan bir hasbıhâl çıkmıştı ortaya. Bilmem kaçıncı kez gittiğin görüşmelerde, emekli maaşlarının konuşulduğu, siyasî meselelerin enine boyuna tartışıldığı, devletin kurtarıldığı ya da batırıldığı sohbetlerde başını kaldırıp isyan bayrağını dalgalandırmayı ve gönlünce bir sohbet açmayı çok istemiş ama bir türlü başaramamıştın. Gittiğin yerlerin listesini bile tutmuş olsaydın başlı başına bir yazı çıkardı. Giderken aldığın tatlı ve yol paraları ile nerdeyse bir düğün yapabilirdin.
Maçın ikinci yarısı olan kızla görüştürülme sahnesi ise standart çizgide devam etti. İlk başlarda yüksek olan beklentilerini günbegün düşürmüş, koskoca listeni üçe kadar indirmiştin. Kızların soruları da çok nadiren değişirdi. “Ne iş yapıyorsunuz, eviniz var mı, eğitim seviyeniz nedir?” gibi şeylerdi işte. Evliliğin kilit anahtarları iş, ev ve diploma olduğunu da öğrenmiştin. İlk ikisini az çok anlayabilsen de, üçüncüye aklın hâlâ ermiş değil. Senin beklediğin soru ise, “Beni sevebilir misiniz?” idi.
Maç sonrası yorumlar ise eve döndüğünde başlıyordu. Başlı başına bir çile olan bu sahne seni boğuyordu. Meraklı gözlerle bitmek bilmeyen sorular birbirini takip ediyordu. “Ne konuştunuz, güzel mi, beğendin mi?” sorularını üzerine boca ederlerdi. Aldığın her “Hayır” cevabı senin için bir yenilgiydi ve sen bu yenilginin tadını bile kendi başına çıkaramıyor, o Türk futbolunun müthiş klişesi “önümüzdeki maçlara bakıyorum” ile durumu kurtarmaya çalışıyordun.
Yaşın otuzu bulduğunda ise epeyce yorulmuştun. Ne zaman filanca yerde kız varmış deseler kalbin ortadan ikiye yarılacak gibi olur, sıkılıp daralır, uykuların kaçardı. Evlilik denilince yüzünün renginin attığını fark eden baban da çatmak için yer arardı. Annen ise apayrı. Annenin istediği kıza “Hayır” deme gafletinde bulunman senin için yüzyıllık bir yanılgıydı. Bu konu ömrün boyunca ısıtılıp ısıtılıp önüne getirilen bir yemek olacaktı. Miden kaldırsa da kaldırmasa da bu yemeği sindirmek zorundaydın. Annenin baskı siyaseti ise akıllara zarardı. Gece on iki de eve geliyordun ve odanın ortasında ütü masası, üzerine gömlek, pantolon, kazak, tişört ne varsa yığılmış, üstelik babanın elbiselerini de katma değer vergisi olarak eklerdi.
Bir de aileden bağımsız dışarıda görüştüklerin var ki onlar fecaatin tâ kendisiydi. Evde görüştüklerinin aksine daha konuşkan oluyorlardı. Kendilerine güvendiklerini mimikleriyle, el kol hareketleriyle belirtmeye çalışıyorlardı. Masaya tahakküm adına mı yoksa rahat görünmek için midir bilemiyorum bacak bacak üstüne atmalarına, gözlüklerini başörtüsünün üzerine koymalarına, ara ara telefonu çıkarıp bakmalarına acayip ayar olur, ilk defa görüşüyor da olsan müdahale etmekten çekinmezdin.
Kendilerine anne babasının hiç karışmadığını vurguluyor, gezip tozmak için senin de karışmamanın alt mesajını veriyorlardı. Erkeğin “kavvam” sıfatını yerle yeksan ederek kendilerine eş değil, yanında bir kukla ya da koluna takıp gezeceği bir çanta arıyorlardı. Hele de “Evlendiğim kişi beni taşıyabilmeli. Oturup kalkmasını bilmeli” gibi mevzulara giren olunca, bütün ukalalığını üzerine bir elbise gibi giyip yerin dibine sokmak istediğin anlar olmuştu ama dervişlik ve aylaklık arasında gidip gelen meşrebin buna müsaade etmemişti.
Hemşirenin narin sesi üzerine karabasan gibi çöküyor. O şuh edalı hemşire bile bir acuzeden farksız senin için. Kalemi eline alıp deftere yazıyorsun:
Dün pişmanlıktır. Bugün ızdırap. Yarın ise kaygı. İnsan söylediği her sözün altında bir şekilde eziliyor. Nedametin tek ilacı, susmayı öğrenmektir.
Celal Kuru
Deliliğin Güncesi – 1
Deliliğin Güncesi – 2
Deliliğin Güncesi – 3
6 Yorum