Bu tımarhaneye geleli, senin tabirinle bu kaçıkların arasına katılalı üç hafta oldu. Üç haftadır her gün kendini; “Benim bir geçmişim var mı? Bir annem, babam, ya da kardeşlerim, arkadaşlarım var mı? Bir kadına âşık olup, bir saç telini ve de fotoğrafını cebimde taşıdım mı? Bu etrafı etlerle çevrili kemik yığını, içinde her türlü necaseti taşıyan cesedin sahibi ben miyim? Farkındalık sandığım şeyler, kendimle savaşıyor gözükmem benim afyonum mu? İçimde bitmeyen bir kuşku var. Niçin tam anlamıyla deliremiyorum ya da kâmil bir hâle gelemiyorum?” sorularıyla iştigal edip duruyorsun.
Aslında bütün bu sorularının altında bir sahtekârlık yatıyor. Ârafı kendine sığınak bellemişsin. Cennet çok pahalıya patlayacak, bunu biliyor ve geri çekiliyorsun. Cehenneme de kendini layık görmüyor ve yakıştıramıyorsun. Ne yani bu akılla, bu farkındalıkla cehennemi mi boylayacaksın?!
Soyut olana, dokunamadığına inanmak istemiyorsun ve geçmişine dokunamıyorsun. Şu ân avuçlarında sadece bulunduğun zaman dilimi var. Ne hafızan geçmişini önüne seriyor ne de muhayyilen gelecekle ilgili bir pencere açıyor.
On bir yaşından sonra kimse sana karışmadı. Kararlarını pek sorgulayan, bir yol gösteren olmadı. Sürekli kendine telkin verdin. Sürekli bir koruma içgüdüsüyle yaşadın. Sürekli kabuğuna çekildin. Bir zarar görürüm endişesiyle hiçbir şeye tam manasıyla teşebbüs etmedin. Sonra bu bastırdıkların tek tek hortladı. Kendini koruduğun her şeye yenildin ve hâlâ her sabah uyandığında bastırdıkların hortluyor ve seni kendine düşman iki parçaya ayırıyor. Âdem babamızdan sana miras olarak dünyaya düştüğü ilk günün endişesi kalmış. O şaşkınlık, o pişmanlık, o yalnızlık hissi hiç eksilmiyor yüzünden. Haz ve hüzün arasında bir gölge gibi gidip geliyorsun. Beden haz istiyor, ruh ise, hüzün.
Ömrün denemek ve yenilmekle geçti. Bir, iki, üç, beş kere denedin, olmadı. Yedi, dokuz, belki yüz kez denedin, olmadı. Her denemenin nihayetinde yenilgiyi tattın. Denedin, yenildin. Yine denedin, yine yenildin. İyi biliyorsun ki tekrar denesen tekrar yenileceksin. Fakat bu zamana kadar aldığın mağlubiyetler artçı sallantılardı. Hiçbiri seni hedefine götürmedi. Bu sefer oturdun ve kaderinin tecellilerini beklemeye koyuldun. Seni eksinin sonsuzluğuna doğru düşürerek, hakiki sonsuza götürecek o büyük yenilgiyi beklemeye başladın. Belki de bu kez bekleyerek yenileceksin ama yine deneyecek, o büyük yenilgiyi bekleyeceksin.
Şimdi, geçmişine dair özlediğin tek şey: düzensizliğin. Her gün kitaplığının başına dikilip bir kitap çeker, bir bölüm okuyup yerine koyardın. Bu sistemde belki hiçbir kitabı başından sonuna okuyamayacaktın ama en azından kütüphanende hiç okunmamış kitabın kalmayacaktı. Oysa burada günde sadece bir kitap alabilme hakkın var. Ama sen yine kendince bir direnişe geçip kitabı son bölümden okumaya başlıyorsun. Sonra orta kısmını, en sonunda ise giriş bölümünü okuyup kendince huysuzluk yaparak, düzensizliğine devam ediyorsun.
Doktorlar, seni “düzen” adını verdikleri o vahşi ata bindirip normal insanların içine katmaya çalışıyorlar. Saatinde uyumak, saatinde uyanmak, saatinde kahvaltı, saatinde öğle yemeği, saatinde akşam yemeği ve saatinde tekrar uyumak…
Psikoloğun, gel inat etme çocukluğuna inelim, dedikçe; sen, çocukluğumu bana getirin, diye bağırıyor, bütün tedavi yöntemlerinin önüne ket vuruyorsun.
Celal Kuru
1 Yorum