25 Ağustos
Yoldayım, bir arkadaşımın düğünü için memlekete gidiyorum. Peyami Safa‘nın “Yalnızız” romanı yolculuğumda bana refakat ediyor. Kitap ile dostluğumuz gayet iyi başlamıştı tâ ki aşka dair tepeden yazılmış sözlere rastlayana kadar. Canım sıkıldı, yarı ettiğim kitaba ara verip Edebifikir‘e bir göz atayım dedim. Sulhi Ceylan’ın “Gölge, Karaltı, Süliet” başlıklı bir yazısı yayımlanmış, okudum ama okumaz olaydım, canımın sıkıntısı daha da arttı. Yine aşk üzerine söylenmiş bir sürü iddialı laf. Sulhi Ceylan aşkı akıl ve mantık dairesinin dışında bırakmakla birlikte kendisini o dairenin içine atıvermiş. Bu akl u fikr ile Leyla bulunabilir mi? Meyhaneden, şaraptan, sarhoşluktan bahsedilen bir yazı “Canımın acısıydın, başka bir şey değil” şeklinde sonlandırılır mı? Sarhoş (âşık) olanın, canı acıyı hisseder mi hiç!? Ne demişti Fuzûlî:
Öyle sermestem ki idrâketmezem dünyâ nedir
Ben kimem sâki olan kimdir mey-i sahbâ nedir
Zâtî dahi şöyle dememiş miydi:
Yoluna cânâ revân etsem gerek cânım dedim
Yüzüme bin hışm ile baktı dedi cânın mı var
Şuanda Sulhi Ceylan’ın karşına geçip hışm ile haykırmak istiyorum: Canın varsa ve acıyorsa ayıksın demektir. Geç artık kendinden geç! Yine de aşk mevzubahis olduğunda susmak en güzeli. 22 yıldır ziyaret ettiğim bir âşık var, mecbur kalmadıkça hiç konuşmuyor.
26 Ağustos
Düğün yapmak israftır.
27 Ağustos
Çocukluk arkadaşlarımla buluştum: Emre ve Gökhan‘la Kümbet’e gittik, yediğimiz içtiğimiz şöyle dursun, soluduğumuz hava nefisti. Oraları gör sonra git İstanbul’da yaşa. Oksijeni bırak zehre koş. Doğalgazı oduna, klimayı tertemiz rüzgâra tercih et. Akıllı işi değil. Akşam Recep geldi sağolsun. Canım kardeşim benim, ne kadar da özlemişim onu. Yanındayken kendimi güvende ve huzurlu hissettiğim nadide bir dost. Epeyce dertleştik. Duaya ihtiyacı var, benim gibi, hepimiz gibi. Dua, arşın anahtarı.
28 Ağustos
Yorucu bir yolculuktan sonra İstanbul’a döndüm. Yalnızız bitti. Vasat bir roman, abartılacak bir yanı yok. Samim karakteri sinir bozucu. Samim, Peyami Safa‘nın ta kendisi. Bazen romanda doğruları yanlış adamlara, yanlışları da doğru adamlara söyletmek daha tesirli bir yöntemdir. Dosto, Karamazov Kardeşler romanında böyle yapar ve etkili de olur. İnsan tezatları ve noksanlarıyla insan. Samim‘de ve diğer karakterlerde bir tekdüzelik ve romanın atmosferinde hayatın hilafına bir donukluk var. Psikoloji sosuna batırılmış bir yığın klişe de cabası. Failler burjuvazinin mirasyedi takımı olunca hiç çekilmiyor. Maddesiz mânâ olmaz, Yalnızız‘da mânâ da yalnız kalmış. Nihayetinde Geyikli Gece‘yi Simeranya’ya tercih ederim. Peyami Safa’nın okumak istediğim iki romanı kaldı, Cumbadan Rumbaya ve Biz İnsanlar. Sonrasında art arda Tarık Buğra ve Kemal Tahir okumaları yapacağım, mukayeseli.
Bugün “höyük” diye yeni bir kelime öğrendim. Toprak yığını, yayvan ve küçük tepe gibi anlamlara geliyor. Türkçe bir kelime. Gerçi Türkçe olsa ne çıkar? Kimliğimizi ifade etmek için kullandığımız kelimelere bile dikkat etmiyoruz artık. Mesela nüfuz cüzdanlarına “kimlik kartı” adı verildi. Kart Latince asıllı bir kelime. Şuna “kart” değil de “belge” denilse daha iyi olmaz mıydı? Kart ve belge aynı şeyler değil, biliyorum fakat ehliyetler “sürücü belgesi” oldu da nüfuz cüzdanları niçin “kimlik belgesi” olmasın? Kelimelerin de bir kimliği vardır. Kimliğimize ad olan kelimenin ne idüğünü sorgulayan yok. Bu ne aymazlık.
Katliam haberleri gelmeye başladı. Arakan yine karışmış. Bangladeş, Hindistan, Pakistan hatta Endonezya ve Malezya gibi Arakan’a bizden daha yakın ülkeler bu mezalim karşısında hiçbir diplomatik hamle yapamıyorlar mı? Bizim elimizden duadan başka bir şey gelmiyor. Allah nusret versin oradaki Müslümanlara.
29 ve 30 Ağustos
Bugün Celâl Kuru ile görüştük telefonda, buluşmak için sözleştik. Beni bir saat bekletti. Aksaray’dan tramvaya bindiğimiz sırada şiddetli bir yağmur başladı. Ayakkabılarım yüzünden biraz evham yaptım. Celal abi havaya baktı ve “Mânâ âlemini yokladım, bu yağmur pek uzun sürmeyecek gibi” dedi. Müthiş. Gülhane’den Sirkeci’ye doğru inerken tramvay âdeta yüzüyordu. İndiğimiz anda sırılsıklam olduk. Akabinde yağmur kesildi. Çorapları çıkarıp attım, kaldım mı yalınayak. Sonra doğru Kadıköy’e, Sulhi Ceylan’ın yanına. Kadıköy’de bir şarapçı önümü kesti, abi dedi yanlış anlama, bana para lâzım. Şarapçılara her zaman dua ederim. Gereken neyse yapıldı ve muhabbetle ayrıldık. Derken Mephisto, İş Bankası Yayınları ve Çaykolik. Sulhi abi başladı konuşmaya. Dört kelimesinden üçü: ayrılık, plan, program. Yahu sen kadere inanan adamsın, planla programla ne işin var dedimse de dinletemedim. Bahariye Caddesinde kendimizi adımladık bir süre. Yürümenin zihni açan bir yanı var sanırım, beş cümle etsek üçü vecize hâline bürünüyor. Sulhi abiye çatmaya bahane arıyordum ki, elime bir koz verdi. Celâl Kuru’ya hitaben “Hayatın anlamsızlığını fark etmen büyük bir idrak” dediğinde hop diyerek hiddetle araya girdim ama o an Sulhi Ceylan’ın dudaklarından “çünkü” diye bir sözcük dökülüverdi. Şu “çünkü” edatı var ya, ne mene bir sözcüktür o. Kendisinden önce söylenmiş cümleyi gerekçelendirir, kuvvetlendirir. “Çünkü” dedi, “hayata kendi anlamını vermeye başlarsın. Hayat tek başına bir anlam ifade etmez, ona anlamını veren insandır” Ve devamında yavaşça sağa dönen baş, îmâlı bakışlar ve mutsuz son. Feyyaz nakavt. Kendim kaşındım.
Muhabbetle nefes alıp verebilen adamlarız sonuçta. Birimiz diğerinin toparlanmaya ihtiyacı olduğunu sezdiğinde evvela onu bir güzel dağıtır. Dağıtır ki kesret gerçekleşsin. Ve tekrar toparlar ki vahdet vuku bulsun. Öyle de oldu. Cûş u hurûşa gelip dedim ki, gelin beyler bu gece sokaklarda sabahlayalım. Yine aynı kelimeler kulaklarımı istila etti: Ayrılık, plan, program. Ha bir de, “tarzım değil”. Yahu ağabeylerim, şu divane kardeşinize bu gece yarenlik edin, sokakların bize ait olduğunu ispatlayalım dedim ama nafile. Hah işte “ama” edatı. “Çünkü”nün tam zıddı. Kendisinden sonraki bir kelimeyle, kendisinden önce gelen on beş kelimeyi hükümsüz bıraktı. “..ispatlayalım dedim çünkü…” şöyle devam ettirmek istedim bu cümleyi: “..çünkü muhabbet bunu gerektirir” ama yok, Sulhi Ceylan tarafından reddedildim. Bir daha dağıldım. Neyse ki imdadıma Celâl ağabey yetişti. Başta olmaz dediyse de, ısrarlarıma daha fazla dayanamayarak ve biraz da mecbur kalarak –eve giden son vasıtaları kaçırmıştık- sabahlama teklifimi kabul etti.
Bizim sabahlayacak olmamıza bir yandan imrenip bir yandan direnen Sulhi Ceylan, ruhunu ruhumuzdan koparamadığı için derhal bir “plan” yaptı ve bize pilav ısmarlamak istediğini söyledi. İlkin buna bir anlam verememiştim ama şimdi anlıyorum. Pilavlar geldiği sırada dudakları kıpırdıyordu, kim bilir ne dualar etti de pilavlarımıza üfledi. Esrarlı ilimlere merakı olan biri, yapar mı yapar. Ruhunu bizim ruhumuzun yörüngesinden kurtarıp midesine kadar alçalttı. İyi de bizim ruhlarımızdan ne istedin? Hazreti insandan kaçıp sıcak yatağına iltica etmekle kaldın işte! Yanaşmadın seher vakti kuşlar ve hakkı seven kullar ile Mevla’yı çağırmaya. Ne diyeyim, Allah sana biraz divanelik versin. Deli olunmadan veli olunmuyor, mâlum.
Saat on ikiyi geçtiğinde Celâl Kuru’nun tadı kaçmaya başlamıştı. Yalnızlığını mı özlüyordu acaba? Kadıköy’den yürüyerek Acıbadem’e geçtik. Bir mekân bulup birkaç bardak çay içtik, insanın yarım kalmışlığı ve mükemmeliyetçilik hastalığı üzerine konuştuk. Sonra metrobüsle Edirnekapı’ya gidip Mehmed Âkif, Süleyman Nazif ve Babanzâde Ahmed Naim’in kabirlerini ziyaret ettik. Vakit teheccüd vaktiydi. Sulhi Ceylan’ı aradık, telefonu kapalı. Gaflet uykusundadır ne olacak. Hazreti insana sırt çevirenin işi rast gider mi! Bahadır Dadak’ı aradık, telefonu açtı. Derviş adamın hâli bir başka oluyor tabiî. Mezarlığın huzur telkin eden havası içinde Bahadır’la derin mevzular üzerine konuştuk. Vakit sabaha dayanmıştı, İstanbul’un en güzel camii bizi beklemekteydi: Edirnekapı, Mihrimah Sultan Camii. Sonra çorba ve ardından nümayiş: Orhan Pamuk’un Kitaplarını Türkçeye Çevirme Nümayişi. Hârikulâde bir geceydi ve sabahı da öyle oldu. Orhan Pamuk’un bizden çekecekleri daha bitmedi. Aynı şekilde Sulhi Ceylan’ın da. Ona karşı ciddi bir mücadele başlatacağım. Mehmet Raşit Küçükkürtül ile birlikte çalışmalarımız sürüyor. Bir de Üstad Muharrem Cezbe’nin desteğini aldık mı tamamdır.
Akşam Hayâlî Bey Divanı’ndan birkaç şiir okudum. Gönlümün Leylâdan özge olmasın endîşesi, diyor. Bir başka gazelinde, âlemin âlâyişinden cümle pâk ettin beni, demiş. Ve
ânı hoş tut garîbindir efendim işte biz gittik
gönül derler ser-i kûyunda bir divânemiz kaldı
demiş. Mekânı cennet olsun. Divane gönlümüzü incitenler de sağ olsunlar, ne diyelim.
Feyyaz Kandemir
2 Yorum