09.00 Uzun zamandır düzenli olarak çalışmıyorum. Sabahları anlamsız bir boşluğun içine uyanıyorum. Bir şeyler üretmeyince çürümenin başladığını kendime tekrar edip duruyorum.
10.00 Yeni bir şeyler yazmanın derdindeyim. Yıllardır yazmayı düşündüğüm lâkin bir türlü yazamadığım “Saçmalıklar Risâlesi” aklıma düşüyor. Birkaç satır olsun eklemek istiyorum ama nafile. Ardından “Tedavülden Kalkmaya Yüz Tutmuş Deyimler”e başlıyorum.
– Elinin hamuru ile erkek işine karışma.
– Azıcık aşım, ağrısız başım.
– İşten değil, dişten artar.
Sonra Feyyaz‘ın Müstesna Deyimler Defteri aklıma geliyor. Bu yaptığımın da orijinal bir şey olmadığını, bir rol çalma olduğunu fark edip vazgeçiyorum.
11.00 Defterime yeni bir başlık açıyorum: Ahir Zaman Görgüsüzlükleri.
– Şair ve yazarların ölüm/doğum günlerini sosyal medya mezarında zulme çevirmek.
– WhatsApp durumunda gittiğin yerleri paylaşmak.
Defterdeki o sayfayı belki de bir daha hiç açmamak üzere kapatıyorum.
12.00 Bahçeye iniyorum. Büyük bir bahçe kurma hayâlim vardı. Şimdilik küçük olanla yetiniyorum. Fasulyeler ceviz ağacının gölgesinde kaldığı için çiçek bile açmadı. Domatesler, biberler, salatalıklar ise tek tük. Çevremdekiler sürekli boşuna uğraştığımı söylüyor. Belki onlara hak verebilirdim tâ ki, ekip diktiğin, büyüttüğün her yeşillik Allah’ı zikrettiği sürece senin hanene de sadaka olarak yazıldığını öğrenmemiş olsaydım.
13.00 Önceleri çok mızmız bir adamdım. En olmadık şeylere mızmızlanırdım. Şimdi de mızmızlandığım günlere mızmızlanıyorum. Demek ki huylu huyundan vazgeçemiyormuş.
14.00 Günde ortalama yirmi beş sayfa okuyorum. Buna rağmen etrafımda “çok okuyan adam” olarak biliniyorum. Okur yazarlığın bir mihengi olmalı. Misâl: Günde yüz sayfa okumayan, asgârî beş yüz kelime yazmayana okur/yazar denmesin.
15.00 Dursun Gürlek‘in Ayaklı Kütüphâneler adlı eserini okuyorum. Kitaplarıyla evli olan adamları yakından tanıdıkça övündüğüm kütüphânem gözümde küçülüyor. Bir kez daha idrâk ediyorum ki, insan kendi muadillerini okuyarak ne yazar ne düşünür ne de okur olabilir. Geçmişle bir bağ kurmayanların hiçbir şeyden şikâyet etmeye hakları yoktur.
Bir yazma eser bulabilmek için o günün şartlarında Mısır’a tayinini isteyip giden kitap delileri bana İmam Şafii hazretlerinin bir sözünü hatırlattı: “Sen ilme kendini tamamen vermedikçe ilim sana zerresini bile vermez.”
17.00 Vurdumduymaz tarafım ağır basmasına rağmen, bazen obsesif derecesinde takıntılı oluyorum. Bu bir kelime bile olabiliyor. Okuduğum bir metinde “ebedi istirahatgâh” tabirini gördüm. Görür görmez de Ali Yurtgezen hocamızın, Ebedi İstirahatgâha Nasıl Tevdî Olunur yazısını hatırladım. Her cümlesinin altı çizilecek bir yazı. Biz kısa bir iktibasla yetinelim: “Bu dünyadaki herhangi bir toprak parçası, kâinatın tamamı gibi ebedî değil, “ fânî”dir. Yani mutlaka yok olacak, varlığı son bulacaktır. Dolayısıyla mezar da olsa dünyaya ait bir yere ebedî sıfatını vermek, dünyanın fânîliği hakikatiyle çelişir.”
Keşke Ali Yurtgezen hocamızın Semerkand dergisinde yayımlanan bu yazılar da kitap haline getirilse.
18.00 Dün Tahtakale’de adres sormak için bir adama “hocam” diye hitap ettim. Adam hapçı çıktı, hap uzattı. Sosyal medyada da önüne gelene “hocam” diyenin benden farkı yok. Hapçılara “hoca” diyor farkında değil.
19.00 Twitter denen zımbırtıya giriyorum. Bomboş Çarşamba yazıyorum. Bahadır Dadak‘tan bütün kavimlerin çarşamba günü helâk olduğunu öğreniyorum. Bizde toplu helâk olmayacağı için biraz rahatım. Sonra fertlerin helâkını düşünüyorum ve bir zamanlar Kendi Helâkını Seyredenler başlıklı bir yazı yazmaya niyetlendiğimi ve onu da yazamadığımı hatırlıyorum. Oturup bu bomboş günlüğü yazıyorum.
Celal Kuru
Resim: Akin Duzakin
5 Yorum