Bu gece yine kendi gerçekliğinin peşine düşmüş gibi tüm sessizliğiyle pencereden içeri doluyor. Pencere. İçimin yorgun nehirlerini taşıran bir muamma. Karşı apartmanın güneşimi engellemesi beni bu evin basık havasında tahammülü zor duygular yaşatıyor. Yaşam ve sıkıntı. İşlediğim tüm şiirlerin belki de ana teması. Ben gömleğimi tam da hayata sıvamışken beklediklerim tüm hafakanlarımla birlikte kendini bana sevdiriyor.
Acılar belki de bu günün, dünün ve yarının tüm olabilirliğine rağmen hayatımızın anlamıydı. Şiir süsünde ağlamak bu yüzden belki de kolay. Zannetmişliğim bu yüzden. Kendimin esaretinden kurtarmak için, yine kendimi dehlizlerin sonsuz sürekliliğinde sessizlikle bağdaştırmalıyım.
Sessizlik. Saat: 23:40. Bekleme odası yalnızlığındayım. Elimdeki tüm yazı kabiliyetini yalnızlığın uğultusunda buluyorum. An be an süren bir avın ortasındayım. Kendi vehmimin çığlıklarıyla uyandırıyorum zihnimi. Zihnim olabildiğince eski. Zihnim sanki insanlık abidesi. Bir tutam barış, sevgi, ama hınca hınç savaş dolu. Tarih kitapları gibi oluşum içimde katlettiğim şiirler dolayısıyladır belki de.
Sessizlik. Saat: 23:42. Odanın boşluğunda duruyor bedenim. Bedenim, yani kütlem. Bu dünyada kütlem kadar yer ediniyorum. Yerim bu kütlenin kapladığı alan kadar. Şehir şehir dolaşıyorum. Bu kütlemin tüm sessizliğini ilmik ilmik şehirlere doluyorum. Ne zaman bir yere gitsem orayı sessizliğimle işaretliyorum.
Sessizlik. 23:44. Yazıya başlarken tüm halimi aynada izlemeye çalıştım. Ayna bende bir metafordur. “Ayna, girift bir bulmaca gibi insanın kendini kandırmasıdır” Ben aynalara inanmam. Aynalardan geçenlere inanırım. Bir ayna ne kadar şey geçirmişse o kadar çok şeye inanırım. Ayna bir sırdır. O insanın sadece görünebilen tarafına işarettir. Ama ya geçirdikleri. O aynanın bir canı olsaydı bunu dillendirebilirdi. Fakat aynaların canı olmaz. Olmaz hiçbir aynanın canı. Bunu söyledim.
Buzdolabı sesi, yer tahtalarının gıcırtıları, kalorifer borularından geçen su, dışarıda çatıdan yere doğru düşen su… Sessizliğimin katili oluyor gece. Gece belki de bu yüzden insanlığın yeni doğuşu, ertesi güne yeni bedeniyle uyanması için bir imkân. Buna imzamı atarım işte. Bunu kitapların bana söylediği tüm gerçeklikleri işleyerek anlatabilirim. Ne Rimbaud gibi yapardım bunun için ne de Turgut Uyar gibi. Sesimin sesine değecek bir ses ile seslenmeliyim. İşte bu ses en çok da benim kendi sesim olmalı.
Kendi sesimi özlüyorum. Kendi sesimden sesler için kendi sesime sesler uyduruyorum. Bunu öyle havadan kaptığım seslerle değil kendi iç sesimdeki sesler yapmaya çalışıyorum.
İçimden hastalıklar geçiyor. Evin yalnızlığı duvarlardan damlayarak üzerime boşalıyor. Evin tüm geçirdiği yalnızlığa ortak oluyorum. Uğultu ve sessizlik. Bunu geceleri daha iyi anlıyorum. Hafif bir çıtırtı tufanında uykumu bölen o ses. Neyin sesi olduğu önemli değil. Küçük bir çıtırtı. Belki bir kedidir, belki rüzgâr çıkartmıştır, belki genişleyen ahşabın çürüme sesidir…
Günleri peşin hükümlü yaşamıyorum. Tüm kişiselliğimle kendimle sıkıntılıyım. İçimin nehirleri… Evet, içimin nehirleri… Bu cümle ile başlamalıyım. İçimin nehirleri yorgun. Geçirdiğim 25 yılın tüm ağırlığını bedenimde hissediyorum. Okuduğum tüm kitapların yükünü zihnimde taşıyorum. Romanlarda geçen kahramanları kendime misafir etmem bu yüzden. Belki de sessizliğimin olanca güçlüğüyle kelimeleri kımıldatmaya çalışmam bu yüzden.
Saat: 23: 54. durmadan yazıyorum. Yazdığım tüm kelimeler yankılanarak büyüyor. Büyüdükçe daha farklı renklere bürünüyor.