Bir Cuma Günü

Sabahın ilk ışıkları… Telefonumun melodisi ve annemin sesi birbirine karışıyor. Telefonda,  “Uyan ey gözlerim gafletten uyan”  çalarken, annem de bir yandan  “Oğlum hadi kalk güneş doğmak üzere.”  diyor.  Gözlerim yarı açık, çocuk gibi mızmızlanmak istiyorum,  “Beş dakikacık daha…” diye. Uykuyu üzerimde taşır bir vaziyette kalkıyor, bir sabah namazını daha aradan çıkarmak için kılınanlara ekliyorum.

Tam on yedi yıl oldu İstanbul’a geleli. Annem hastayken bile kahvaltı hazırlamadan edemez. Eski toprak ne de olsa. Bir de aç acına beni yollamaya gönlü koymaz. İstanbul’da trafik, şehirlerarası yolculuktan daha uzun geliyor. Kapıdan dışarıya adım atar atmaz bunu düşünüyorum; kesintisiz her sabah.  Durakta beklerken zamanında gelmeyen otobüsün tıklım tıklım dolu olması beni olabildiğince geriyor. Bir yandan gözlerimden akan uyku, öte taraftan otobüsün ağır kokusu ve insanların tahammülsüzlükleri…  Yarı uykulu bir halde kendime söz veriyorum: “İnşallah bu akşam erken yatacağım.” diye. Zihnim Mesnevi bahçelerinde dolaşırken bir hikâye dikiliyor karşıma: “Kış gelip soğuklar başladığında, sokak köpekleri perişan olurlar, soğuktan titrerken, kendi kendilerine şöyle söz verirlermiş:  ‘Bu durumdan kurtulmak için, yaz geldiğinde taştan bir kulübe yapacağım.’ diye. Fakat yaz gelince, kemikler ısınır, derisi gevşer, tembel tembel bir gölgede yatarak, vaktini geçiren köpek, gönlünden geçen kulübeyi yapmayı akıl etmezmiş.”  Evet, nefsime ağır gelse de hâl-i pür melâlim bu.

Cuma namazı…  Namazdan sonra yine yola koyuluyorum.  Kendisi için bir tehdit oluştuğu zaman kabuğuna çekilen kaplumbağa gibi başımı gene o balık istifi otobüsün kapısından içeriye sokuyorum. İstikamet Cebeci-Vezneciler arası…  Yazarlar, ekseriyette İstanbul’u anlatırken boğaza yakın yerleri öve öve bitiremeseler de hakiki hayat şehrin arka sokaklarında. Edirnekapı’dan Suriçi’ne girerken, Mimar Sinan’ın,  taş taş ördüğü eserlerinin, mukaddimesi konumunda olan, Mihrimah Sultan Camiî’nin önünden geçiyorum. Karagümrük’te trafik yine tıklım tıklım… Yavuz Selim mahallesine kadar dayanabiliyor, inip kalabalığa karışıyorum. Kıztaşı caddesinden geçerken mümkün mertebe başımı sağa çevirmemeye çalışıyorum. Sağda Sezai Karakoç’un talebesi, Mustafa Kirenci’nin kurduğu, “Büyüyen Ay Yayınları” var. Biliyorum ki içeriye girersem cebimdeki bütün parayla kitap alıp ay sonunu getiremeyeceğim.  En son okuduğum, Kâmil Doruk’un, “Yağ Sevgili Yürek” kitabının tadı hâlâ damağımda.

Biraz daha ilerliyorum. Sol tarafta Mimar Sinan’ın eseri, Şehzade Paşa Camiî ile devam ediyor.

İstanbul üniversitesi ve II. Beyazıd Camiî’nin ortasındayım. Camiî restore halinde. Ecdadımızın camiyi yaptığı tarihten daha uzun sürüyor düzenlemelerimiz. II. Beyazıd’a, Beyazıd-ı Veli unvanının verildiği güne gidiyorum. Oradan Cağaloğlu’na iniyorum. Aklımda Hece’den yeni çıkan, Dostoyevski’nin mektupları var.  İkindi için ezan okunuyor. Şehrin keşmekeşliği içerisinde iki vakit arası nasıl da kısa geliyor insana.

Tramvaya biniyorum. Safları mütemadiyen sağa-sola doğru sıklaştırıyoruz. Tramvayın camında kendimi görüyorum. Saçlarım ve sakallarım birbirine karışmış, bıyıklarım ağzıma giriyor,  Niçe’nin pos bıyıkları geliyor aklıma. Kendimi bir an öyle tahayyül ediyorum.  Şimdi, kendi kendime gülerim de, maazallah deli damgası yeriz, diye geçiriyorum içimden. Sonra Mustafa Kutlu’dan, “Hüzün ve Tesadüf”ü hatırlıyorum. “Kalabalıkta kimsenin yüzü kendisinin değildir.”

Topkapı istasyonunda iniyorum ve yürürken midemi bastırması için bir simit alıyorum. Ayaküstü yemek âdetim değildir. Bir banka oturup simidimi yemeye başlıyorum. Üst geçitten geçerken içimde velut bir muhayyile… Şimdi metrobüse binip soluğu Kadıköy’de alacaksın…

Bir an gözlerimi açıyor, hayal dünyasından gerçek dünyaya geçip kendimi işyerinin önünde buluyorum. Güzel bir rüyadan uyanmış gibi içimde bir heyecan birikiyor. 16.00’da başlayacak sekiz saatlik mesai.  İşyeri her haliyle bir önceki günün izdüşümü… Kendini planlanmış bir robot gibi hissetmemek mümkün değil burada. Mesai saatini dolmasını iple çekiyor, kendimi eve atmayı düşlüyorum.

Eve geldiğimde yine kendimi dergilerin ve kitapların arasına gömüyorum.  Saat gece üçe geliyor. Şimdiden sabahı görür gibi oluyorum. Bütün günlerimiz hemen hemen birbirinin aynısı…  Med-cezir hâli… Fakat ben bir günümün bir başka günüme denk olmaması için çabalıyorum. Şehir yaşamayı sürdürüyor, usul usul gözlerim devriliyor. Masadan kalkarken göğsümün üzerine bir yalnızlık oturuyor. İçimdeki dolmayacak boşluğu selâmlıyor ve duâ niyetine son satırlarım için kalemimi oynatıyorum:

Her gece yatarken, yedi uyurlar gibi, tam üç yüz yıl sonrasına uyanmak ve bir mucize ile karşılaşmak istiyorum. Ama muradım, her şeyin, herkesin değil, kendimin değiştiğini görmek…

17.01.2014

Celal Kuru

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • dram , 01/05/2015

    yedi-2=5 eder..
    ve evet ben bir robot değilim
    robot olsaydım her okuduğum yazıda
    düşünceler dünyasına gidemezdim
    kendimi bulamazdım…
    sahi robotlar ağlasa paslanırlardı değil mi
    ne acı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir