[hurufât’tan]
[10 ağustos 2020 pzt.]
orta okul, lise sıralarında okurken muziplik, gevezelik ile hırsızlık arasında bir hisle kopya çekerdik. üniversitede ise kendimce karar verdim “asla ve hiçbir şartta kopya işine müdahil olmayacağım” diye. bunu o zaman fazilet diye düşündüydüm, bakıyorum da herhâlde gururumdan olacak bu kararım. şimdiyse tuhaf bir kopya işinin içine girmiş durumdayım. bizim doğu türkistanlı mustafa muhammed’in notu kıt, muamelesi ceberrut hocalardan geçebilmesi için ona yaz okulunda bu hocaların derslerinden almasını salık verdim. aldı, imtihanlar da internet üzerinden olunca google meet üzerinden birlikte sınavlarını yapıyoruz. elbette notlarına da faydası oldu, epeyce yüksek notlar aldı. fakat bir tanesinden gele gele 7 geldi. şaşırdık, otuz sorunun otuzunu da yapmıştık hâlbuki. üstelik daha evvel bizim doğu türkistanlının ağzı da yanmış, epey tedbirli davranıyordu. gözümün önünde oldu her şey: bütün soruları beraberce yaptık, kontrol ettik, sistem tarafından onaylandı. ama şimdi üniversitenin “uzaktan eğitim” kalemi işi üstünden atmaya çalışıyor, hocalar işi üstüne almıyor. güya topu topu üç soru çözmüş, ikisi doğru biri yanlışmış! ulan otuz soruyu da beraber çözdük, bu nasıl iş? garibim mustafa muhammed de “hocam, diğerlerinden hep yüksek notlar almışım. ben meseleyi hiç bilmeyen, hiç sistemi tanımayan biri değilim ki üç tane soruyu yapıp sınavın yapıldığı mahfilden çıkayım?” sözleriyle davasını gütmeye çalışıyor. her yere telefon et, her hocaya müracaat et ama nafile çaba!
gülünç bir durumun ortasındayız: “sistem müsaade etmiyor”. her şeyin dijitalleşmesi, elektroniğin her hususta temel altyapı unsuru hâline gelmesinin garabetini yaşıyoruz. “sistem yok” veya “sistem müsaade etmiyor” cümlelerinden birine muhatap olmayanımız var mıdır? kendi elimizle kendimizi “sistem”e bağlı, “sistem”e mecbur bir zavallıya çeviriyoruz. geçen asırda makineleşmenin fenalıklarını araştırıp soruşturan insanlar bizim şu vaziyetimizi görseler herhâlde dehşete düşerlerdi. meselenin bize mahsus yüzü ise şu meşhur “sistem”in; üzerinden sorumluluk atmak isteyen, gevşek ve vicdansız memurların sığınağına dönüşmesidir. canın istemiyor mu? sana verilen maaşı harama çevirmek mi istiyorsun? insanların derdini dinleyip işin sana düşen mesuliyet payını çöpe mi atmak istiyorsun? artık elinde kullanışlı bir maşa var: “sistem yok”, “sistem müsaade etmiyor”, “sistemde görünmüyor”, “sistem olmazsa hiçbir şey yapamayız”…
[12 ağustos 2020 çarş.]
market sepeti bir hayli doluydu. kasadaki kız bir yandan, o bir yandan aldıklarını poşetlere yerleştiriyordu. sepetin içerisinde bir de kadınlara mahsus bir ürün vardı: herkes hayatında şöyle veya böyle bu hayız bezinden satın almış ve poşete koyup bir yerlere götürmüştür. neticede âdemoğlunun nüfusça yarısı kadın kısmından teşekkül ediyor. işte onlarca kez olan oldu hayız bezi market çalışanının önüne düştü. kız, nereden bulduysa siyah bir poşet çıkarıverdi ve bezi onun içerisine koydu, sonra da poşetin ağzını bağlayıverdi. herhalde halkımız talep ediyor ki böyle yapıyorlar. fakat o kadar beyaz poşetlerin arasında bu siyah daha dikkat çekici olmadı mı? “acaba bu herif o siyah poşette ne taşıyor? şarap mı götürüyor?” galiba müskirât taşıyanlara da siyah poşet veriyorlar. benim çocukluğumda hayız bezi reklamı varsa televizyonda kanal değiştirilirdi. reklam denilen şeyin kökten sakat bir şey olduğunu düşünüyorum, bu bahs-i diğer. fakat marketten eve hayız bezi götürürken onu siyah poşetlere koymak da aşırı bir vurgu değil mi? bu kadarına gerek var mı acaba? bir de kadınlar zaviyesinden düşün. allah bilir, kadın bir kasiyer bulup siyah bir poşete kimseye göstermeden yerleştiriverip eve salimen ulaştırmak endişesi duyan kaç kadın vardır. bu mahcubiyete benzer bir şeyi hayatımda duydum mu? üniversitede okurken bir arkadaş, memleketten kendisine maraş otu getirmemi istemişti. maraş otunu aldım “döş cebime” koydum. araba yola koyulunca, utandığımı, rahatsız olduğumu fark ettim: çevredekiler şu cebimde görünen maraş otunu fark etmemeliydiler! hemen çantaya koydum. demek ki maraş otu kullanmayı küçültücü bir şey olarak görüyormuşum. hâlbuki o da neticede bir tütün mâmülüdür.
insanın yeme-içme haricindeki beşerî tarafları bizde ekseriyetle setredilir. ben bunda hayır ve güzellik buluyorum. insan hayvanî/beşerî yönleriyle cemiyet içinde öne çıkmamalı. bilâkis insanî ve ulvî bir şekilde öne çıkmalı. hâcet gidermek, cinsî münasebette bulunmak vs. hep setredilir. aslına bakacak olursak yemek de setredilir. yani göz önünde yiyip içmek hoş karşılanmaz. dışarıda yemek yiyorsam “beyefendi şöyle cam kenarına buyurun” tekliflerini geri çeviririm. bunu herhâlde sulhi abi’den öğrendim. bu öğrendiğimi geliştiriyor, ona ilâveler yapıyorum.
şimdilerde hassasiyetimizi kaybediyoruz, artık beşeriyetimizi teşhire başladık. anlaşılan bu iş, yemekle başladı. şimdi artık sokak ortasında bir şeyler yemeyi veya gıda maddelerini vitrinlerde teşhir etmeyi kanıksadık. bu furya diğer beşerî unsurlara doğru genişliyor. meselâ cemiyet içinde yellenmek veya bir duvar dibine küçük su dökmek delilere mahsus bir iş gibi geliyordur bize fakat türkiye dışında bunları âdî vak’alar olarak sayan memleketler var. bir düşünelim: bizde elli yıl evvelinde insanın bedenini teşhir etmesi olacak iş miydi? bugün hem erkekler hem kadınlar sokağa çıkarken bedenlerini cinsî bakımdan bir cazibe oluşturacak şekilde hazırlıyorlar, yatak odasına giderken yapılacak hazırlık sokağa giderken yapılıyor. işte bunun gibi insanın sindirim ve boşaltım uzuvlarına bakan ihtiyaçları da günden güne cemiyet içinde serbestçe teşhir edilir hâle geliyor. yarım asır evvelin ihtiyarları pisuar denen firenk adetini görseler ne düşünürlerdi acaba? ya şort giyen veya cuma namazında secdeye varınca beli yarısına kadar açılan o abuk subuk kıyafetlerden giyen erkekleri görseler? nar çubuğunu ıslatıp bu şaşkınları kovalarlardı herhâlde.
mehmet raşit küçükkürtül
2 Yorum