Yunus Emre ve İlim
# Yunus Emre (1240-1321) ümmi bir şair değildir. Kayda değer bir tahsil gördüğü yazdıklarından anlaşılmaktadır. Birçok Kuran-ı Kerim ayetini mealen Türkçeye aktarmıştır. Peygamberler tarihine vâkıftır. İran efsanelerine, Calinus ve Bukrat gibi Grek hekimlerine atıflarda bulunur. Farsça bilmektedir. Şiirlerinde yer yer Sadi Şirazi ve Hz. Mevlana’dan tercümeler yaptığı görülür:
Ez can birun neyâmede cananet arzust
Zünnar nâ burîde vü imanet arzust
Sadi
Sen canından geçmeden canan arzu kılarsın
Belden zünnar kesmeden iman arzu kılarsın
Yunus
Millet-i ışk ez heme millet cüdast
Aşıkanra millet ü mezheb Hüdast
Mevlana
Ey aşıkan ey aşıkan aşk mezheb ü dindür bana
*
Gayrıdır her milletden bu bizüm milletimüz
Hiç dinde bulunmadı din ü diyanetimiz
Yunus
Yunus Emre’nin bazı mısralarında kendini ümmilikle nitelemesi (Bî-çare Yunus ne bile ne kara okudu ne ak) satırlardaki bilgiyi aşabilmiş olmasıyla ilgilidir. O ilme bakışını “İlim ilim bilmektir ilim kendin bilmektir” şiirinde özlü bir şekilde açıklar. Tasavvuf ehli için kendini ve Rabbini bilme çabası, doğrudan doğruya olma çabasıdır. Mükaşefe yoluyla Allah’ın tecellilerine ve ilhamına açık olma, ilahî bilgileri edinme uğraşıdır. Bu noktada satırlardaki bilgi tâlî durumdadır; aşılması gereken bir merhaleden ibarettir. Dolayısıyla bu türden birkaç mısraına bakıp Yunus Emre’nin okuma yazma bilmediği sonucuna varmamak gerekir.
Yunus Emre ve Hz. Mevlana
# Yunus Emre’nin “Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm” şeklinde bir sözü yoktur. Bu söz bir halk uydurması. Bu değiştirilmiş sözün aslı, Yunus Emre takipçisi olan Said Emre adında bir şaire ait:
Et ü deri büründüm geldüm size göründüm
Adım âdem urundum üşde zuhura geldüm
Şiirin son beyti şöyledir:
Bu surete geleli adum Said olalı
Gizlendi padişahlık kulum şüküre geldüm
Said Emre
Rivayete göre, Yunus Emre bu sözü, Mevlana hazretleri ile Mesnevi üzerine sohbet ettikleri bir esnada söyleyivermiş: “Mesnevi hoş ama uzun, ben olsam ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm deyip bırakır, uzatmazdım” demiş. Bunun gerçek olma ihtimali yok. Bir kere bu tavır edebe mugayirdir. Ötesinde, Yunus Emre zaten Anadolu’da Türkçe yazılmış ilk mesnevilerden biri olan Risaletü’n-Nushiyye’yi kaleme almıştır. Divanında kırk elli beyitlik uzun şiirleri vardır. Ayrıca Mevlana hazretleri Yunus Emre’nin en fazla beslendiği isimlerden biridir, yukarıda gösterildiği gibi Yunus’un bazı mısraları Mevlana’dan tercümedir. Halkın niçin böyle bir şey uydurduğu ayrı bir tartışma konusudur.
Bizim Yunus
# Yunus Emre nerelidir? Eskişehir mi, Karaman mı, Aksaray mı, Kırşehir mi, Bolu mu? Bu kesinlik kazanmamıştır. Açıkçası bunun çok da önemi yok. En meşhur türbesi Eskişehir Sarıköy’deki türbe. Anadolu’nun sair yerlerinde, hatta Azerbaycan’da bile mezarı/makamı bulunan Yunus’u tek bir yere ait kılmak mümkün görünmüyor. Klişe tabirle onun makamı gönüllerdedir. Yunus bizimdir, bizim olan her yerlidir. Yunus’un ulaştığı her yer de bizim sayılır.
Yunus Emre ve Sünnilik
# Yunus Emre hümanist, panteist veya mistik değildir. Yunus Emre’yi bu tür kavramlarla tanımlayanlar, onu kendi kavram dünyası içinde tanımayanlardır. Bu insanların bir kısmını bilmediğinin cahili olarak niteleyebiliriz. Bir kısmı ise zırcahildir.
# Yunus Emre sünni bir şairdir. Fakat o “Gönlü açık sünni müsülman”dır, mutaassıp değildir. Bu yüzden “Şimdi bir gönlü açık sünni müsülman hani?” diye sorar ve yakınır bir şiirinde. Bazı şathiyelerinden, Ene’l-Hakk anlayışıyla ve sekr hâlinde söylediği şiirlerinden hareketle onun gayrisünni olduğunu ileri sürmek, taassuptur. Didaktik manzumelerinde dinin emir ve nehiylerini telkin ettiği görülür. Diyeceğim, Yunus’ta heterodoksi aramak beyhude bir çabadır. Resul-u Ekrem Efendimiz’e (s.a.v) onlarca şiir söylemiş, sahabi efendilerimizi daima hürmetle anmış bir şairden bahsediyoruz:
“Ömer ü Osman Ali Mustafa yarenleri
Bu dördünün ulusu Ebu Bekr-i Sıddık’dur”
“Ebu Bekr ü Ömer ol din ulusu
Aliyyü’l-Murtaza Osman benimdür”
Yunus Emre’nin Algılanışı
# Yunus Emre yalnızca “Sevelim sevilelim” söylemi içinde algılanmaktadır. Yunus’u herkese zeytin dalı uzatan, hiçbir düşmanı, ötekisi olmayan bir barış elçisi olarak anlamak ve sunmak yanlıştır. Yunus Emre yer yer gönlü herkese açık bir derviş, yer yer celalli bir şairdir. Münkiri, münafığı, dertsizi sevmez mesela, meclisinden sürmek ister. Müftülere, âlim ve zâhid geçinenlere çatar sık sık. Münekkit bir şair olduğu bir kısım şiirlerinden anlaşılmaktadır, bunlardan birini yazının sonuna ekleyeceğim. Dolayısıyla eserlerini baştan sona okumayanlar Yunus’u yalnızca “Sevelim sevilelim” şairi sanmakla yanılıyorlar. İlaveten, Yunus’un eserlerinde kayıtlı “Yaradılanı hoş gör / Yaratandan ötürü” gibi bir sözü de bulunmamaktadır. Mana cihetinden bakıldığında bu sözün Yunus’a aidiyetinde hiçbir sakınca ve tuhaflık yoktur fakat doğrusu şu ki “Ete kemiğe büründüm…” sözü gibi bir yakıştırmadır.
# Yunus Emre’nin sakalsız resmi, resmî ideolojinin Yunus’u takdim ederken bize attığı kazıklardan biridir. Yunus’u sinekkaydı algılamamız istenmiştir. Halbuki sakalsız olmasını düşünmemizi gerektirecek hiçbir gerekçe ve ipucu yoktur. Miladi 1240-1321 yılları arasında 80 yıl civarında ömür sürmüş bir dervişi sakalsız tahayyül etmek seküler bir muhayyilenin harcı olabilirdi zaten. Yunus Emre Cevlaki değildir. Ki o dönemde var oldukları bilinen Cevlakiler bıyık ve kaşlarını da tıraş ettikleri için bu resmin ilham kaynağı olamazlar. Resimde bıyık ve kaşlar mevcut. Kıl kadar değeri olmayan bir anekdot: Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde 50 yaşına kadar (40 da olabilir) sakal bırakmadığını söyler. Bir dizide Evliya Çelebi sakallı olarak canlandırılmıştı.
Yunus Emre, Osmanlı, Şuara-yı Rum ve Cumhuriyet…
# Yunus Emre, Fuad Köprülü tarafından keşfedilen ve ulusal kültür inşasında kullanılan modern bir totemden mi ibaret? Meşhur sakalsız resmini ihdas edenler şüphesiz Yunus üzerinden birtakım hesaplar gütmekte idiler. Bunu inkâr etmek aymazlık olur. Fakat Yunus’u modern bir toteme indirgemek daha büyük bir aymazlıktır. Yunus Emre, geleneğimizde ciddi bir karşılık buldu, halk tarafından sevildi, benimsendi. Fakat devletsiz bir şairdi; onu ne Selçuklu ne Osmanlı ne de herhangi bir Anadolu beyliği sahiplendi. Böyle bir sosyokültürel ortam ve imkân da yoktu zaten. 13. ve 14. yüzyılların karmaşası içinde yaşadı. Osmanlı’da verimli bir kültür ortamı, Yunus’un vefatından bir asır sonra, II. Murad devrinde tesis edilebildi, bunu hatırda tutalım. Bu bir asırlık süreçte birkaç Yunus takipçisi ortaya çıkmış, Yunus’un efsanesi gerçeğini çoktan aşmıştı. Ayrıca tesis edilen bu kültür ortamı İran saray kültürünün bir uzantısıydı. İran saray kültürünü en iyi yansıtan eserlerden biri olan Kâbusnâme, 14. ve 15. yüzyıllarda altı kez tercüme edilmiştir, varın gerisini siz hesap edin. Böyle bir ortamda şuarâ-yı Rum’un Yunus Emre’yi şiirin merkezi içinde algılaması elbette düşünülemez. Anadolu Selçuklu’nun çöküşüne, Osmanlı’nın kuruluşuna şahit olan, Osmanlı’nın çöküşünde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşunda yeniden hatırlanan Yunus Emre’ye hikmet penceresinden bakılmalı. O bizim devlet kuşumuzdur. Devamlılığımızın timsalidir. Devletlerimiz âdeta onun kanatlarının gölgesi altında birbirine rapt olunmuştur. Evet, birileri onu kuvvetle hatırlatmıştır ama unutturmayan da Allah’tır.
# Ebussuud Efendi’nin Yunus Emre aleyhine verdiği fetvayı, Osmanlılar ile Safeviler arasındaki çekişmenin ve bundan kaynaklı taassubun bir yansıması olarak görmek gerektiği kanaatindeyim. O, bu maslahatın ve taassubun kurbanı edilmiştir. Bununla birlikte aynı asırda Lami Çelebi Nefahâtü’l-Üns tercümesinde, Âşık Çelebi ise Şuarâ Tezkiresinde Yunus’u hürmetle anmışlardır. Buradan Ebussuud Efendi’nin tavrına rağmen şuarâ-yı Rum tarafından bile Yunus’a bütünüyle kayıtsız kalınmadığı, onun sevilen ve tanınan bir derviş şair olduğu rahatlıkla anlaşılabilir.
Yunus Mektebi
# Yunus Emre mektep olmuş şairlerimizden. Pek çok takipçisi var ve bunların bir kısmı Yunus Emre ile aynı mahlası kullanmış. Biri demin andığım Said Emre. En meşhur takipçisi Bursalı Âşık Yunus’tur. Âşık Yunus’un 15. yüzyılda yaşadığını ve bazı şiirlerinden Emir Sultan’ın müridi olduğunu anlıyoruz. Heceyle yazdığı şiirlerinde son derece başarılı. Birçok ilahisi bestelenmiş. Mustafa Tatçı, Âşık Yunus ile Yunus Emre’nin şiirlerini ayrı ayrı neşretti. Tabii bu ayırımların kesinkes doğru olduğu ileri sürülemez. İsmail Hakkı Bursevî, Niyazi-i Mısrî gibi Yunus Mektebine mensup 17. yüzyıl şairlerinin Bizim Yunus ile Âşık Yunus’u tek bir kişi olarak bildikleri anlaşılıyor. Bu yüzden Yunus mektebini dikkate almadan Yunus Emre’den bahsetmek zordur. Bu mektep, Yunus’un hüsnü kabulle karşılandığını, takip ve de taklit edildiğini kuvvetle gösteriyor. Taklit yoluyla aşılamadığı için çoğu sehl-i mümteni örneği olan şiirlerinde hâlâ tazelik bulabilmekteyiz.
Yunus Emre Türk Şiirinin Kurucusu mudur?
# Yunus Emre’nin Türk şiirini ve Batı Türkçesini (Oğuz Lehçesi) kurduğu söyleniyor, hatta kimilerince ateşli bir şekilde savunuluyor. Bu, benim de katıldığım bir iddiadır. Bu iddianın mesnetsizce savunulması değil, ikna edici verilerle sarahaten ispatlanması gerekiyor. Bunun yolu da Yunus Emre’nin -varsa- kendisinden önceki ve devrindeki şairlerden neler aldığını, devrindeki yahut kendisinden sonraki şairlere ne derece tesir ettiğini araştırmaktan geçiyor. Elimizdeki veriler Yunus Emre’nin kendisinden önceki ve devrindeki Türkçe yazan şairlere hiçbir şey borçlu olmadığını gösteriyor. Bu, ortaya çıkacak yeni verilerle yanlışlanabilir. Bir süredir Yunus Emre’nin klasik şairlere tesirini araştırıyorum, birtakım verilere ulaştım, inşallah daha da ulaşacağım. Yunus Emre hem kendi devrindeki hem de sonraki şairlere ciddi tesiri olmuş bir şair, bir kısmını yukarıda zikrettim. Benim asıl araştırdığım Yunus’un divan şairleri üzerindeki doğrudan ve dolaylı tesiri. Eğer bu tesiri gösteren veriler ortaya konulabilirse, Yunus Emre’nin yalnızca tekke ve halk şiirinin kurucusu olduğunu değil, topyekûn Türk şiirinin kurucusu olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğiz. Gerçi klasik Türk şiirini “divan, tekke, halk şiiri” şeklinde tasnif etmek bence başlı başına yanlış bir iştir ama bu yanlışı ayrı bir yazıda tartışmak gerekir.
Divan şiirinin kurucularından kabul edilen Ahmedî, Yunus Emre’nin meşhur “Bana seni gerek seni” şiirini tanzir etmiş mesela, ilk ve son beyitlerini aktarayım:
Cihândan ben usanmışam bana sini gerek sini
Kamulardan üşenmişem bana sini gerek sini
Dilemez Ahmedî iy şeh ki anun ola mihr ü meh
Bu iki kevnde bil’llah bana sini gerek sini
Yunus’un aynı şiirine Edirneli Nazmi’nin de bir naziresi var. Klasik şiirin zirvelerinden Necati Bey de bir mısraında “Bana seni gerek seni ey bîvefa seni” diyerek Yunus’u selamlar. Âşık Çelebi de 16. asırdan bir selam yollar: “Seni gerek seni bana beni kıl ehlullah / Cinân u kevser ü gılmân u hûrî ehline vir”. Klasik şairler için nazire sıradan bir iş değil. Bir şair ancak beğendiği bir şiiri, ciddiye aldığı ve takdir ettiği bir şairi tanzir eder. Gaye, tanzir edilen şiiri aşarak daha yüksek bir seviyede şiir söyleyebilmektir. İleride yazmayı düşündüğüm teferruatlı yazıda etraflıca tahlil edeceğim fakat şimdilik şu hükmü rahatlıkla verebilirim: Ahmedî, Yunus Emre’yi aşamamış, ondaki tekellüfsüz, samimi söyleyişe ulaşamamıştır. Bazı beyitleri olduğu gibi Yunus’tan aktarmadır. Dolayısıyla Yunus Emre’nin Türk şiirini ve Türkçeyi kurduğu iddiasını reddedenlere ve Yunus’u küçümseyenlere tavsiyem; iyice araştırıp sonra ahkâm kesmeleridir.
Yunus Emre’nin Vezni: Hece ve Aruz
# Yunus Emre’yi hece şairi olarak bilmek, onun şiiri adına yanılgıların en büyüğüdür. Yunus her iki vezni de kullanmıştır. Genelde kusurlu olsa da bazı beyitlerinde aruzun başarılı örneklerini görürüz: “Geh dönem hâmûş olam geh cûş idem geh hûş olam / Geh dönüp pür-rengilen hem bâğ u hem bostan olam” Bu beyti “Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbının başarılı bir örneğidir. Yunus’un hecedeki başarısı zaten mâlum. Fakat kanaatimce asıl başarısı aruz ile heceyi kaynaştırabilmesindedir. Mesela “Fâilâtün fâilâtün fâilün” vezniyle yazdığı bir şiirinde “Derd gerekdür derd gerekdür derd gerek” mısraı vardır ki burada hem aruzu hem de 4+4+3 duraklı 11’li heceyi kusursuz kullanmıştır. Yunus hecedeki durakların ritmi kısıtladığı durumları heceye yakın aruz kalıplarını kullanarak aşmıştır. Tam tersi de vakidir. Hem aruzun hem de hecenin imkânlarından faydalanmayı bildiği için birçok şiirinin aruz mu hece mi olduğunu ayırt etmek zordur, dikkat ve rikkat ister. Buna en güzel örnek “Oldu” redifli şiiridir, burada aruz ve hecenin imkânlarından faydalanır. Bir beyitte “Peygamber yerine geçen hocalar / Bu halkın başına zahmetlü oldu” derken 11’li hecenin 6+5 duraklı varyantını kullanır. Hemen altındaki beyitte ise “Tutulmaz oldu peygamber hadîsi / Halâyık cümle Hak’dan utlu oldu” der ve aruzun “Mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbını kusursuz kullanır. Aynı şiirdeki bu iki farklı kullanımı gösteriyor ki, Yunus vezin kaydından azadedir, duruma göre her iki vezni de rahatça kullanabilmektedir. Türkçeyi hem aruzla hem de heceyle mayalamak, yoğurmak, kıvama getirmek istemektedir. Şiirin bu teknik becerilerine sahip olmasından açıkça anlıyoruz: Şiirdeki muallim-i evvelimiz Yunus Emre’dir. Yunus Emre’nin tutturduğu kıvamın sonrasında aruz yolunu tutan şuara-yı Rum ve hece yolunu tutan âşık şairler, gösterdikleri marifetlerle Türkçeyi estetik ifadenin doruklarına ulaştırmışlardır.
Topuğa Çıkmayan Çaylar Deniz İle Savaş Eder
# Sanıldığının aksine Yunus Emre’yi bu ülkedeki herkes sevmez. Selefi artıkları ve münkirler tarafından sevilmez. Bunlar Yunus’un şairliğini küçümsemekle kalmaz, veliliğini bile inkâr ederler. Veliliğin alametlerinden biri de münkirlerdir. Münkirsiz bir velinin mertebesinin düşük olduğu kabul edilir. İşte bu münkirlerin varlığı Yunus’un veliliğine ve büyüklüğüne delildir. Her ne kadar Yunus kendisine sataşanları “Bana agu sunan kişi, şehd ü şeker olsun aşı / Gelsün kolay cümle işi, eli irer olsun ana” diyerek hoşgörüyle karşılasa da, dediğim gibi o aynı zamanda celalli bir şairdir. Son sözü münkirler için celâl makamından o söylemiş olsun:
“Aşk ile gelen erenler içer ağuyu nûş eder
Topuğa çıkmayan çaylar deniz ile savaş eder
Biz bu yoldan üşenmedik erenlerden usanmadık
Kimseyi yavuz sanmadık her ne eder kolmaş eder
Kolmaşa verdik sözünü söz ile döğdük yüzünü
Yaban canavarı gibi belinler ondan şeş eder
Bu sohbete gelmeyenler Hak nefesi almayanlar
Sürün onu bundan gitsin durur ise çok iş eder
Câhildir manîden almaz oturur kararı gelmez
Öleceğini hiç sanmaz yüz bin yıllık teşviş eder
Dağ ne kadar yüksek ise yol onun üstünden aşar
Yunus Emre’m yolsuzlara yol gösterir ve hoş eder”
Feyyaz Kandemir